Cellat mezarları Yaklaşık 3 aylık bir aradan sonra, yeniden merhaba! Sizlere bugünkü yazımda, uzun yıllar basında yer almamış bu konudan bahsetmek istiyorum. 'Türkiye'nin İlk'leri” adlı kitap taslağımda yer alan 'İlk...

Cellat mezarları

Yaklaşık 3 aylık bir aradan sonra, yeniden merhaba!
Sizlere bugünkü yazımda, uzun yıllar basında yer almamış bu konudan bahsetmek istiyorum. “Türkiye’nin İlk’leri” adlı kitap taslağımda yer alan “İlk Cellat Mezarlığı” başlıklı yazımda, bu konudan kısaca bahsetmiştim. Ancak, konuyu biraz daha genişleterek, sizlerle de paylaşmak istedim.
Ülkemizde, yeniden gündeme gelen “idam” tartışmaları, bana bu işin resmi görevlisi olan “cellatlar”ı hatırlattı. Hoş bir konu olmamakla birlikte, bu yazıyı sonuna kadar okuduğunuz taktirde, hayretler içinde kalacağınıza inanıyorum.
Bildiğiniz gibi, Osmanlı döneminde en fazla kullanılan ceza türleri adam asmak, boğmak ve kelle koparmak idi.
Bu tür işler için “cellat” adı verilen görevliler, her zaman saray içinde bulundurulur, padişah ve yüksek rütbeli saray görevlilerinin emrini beklerdi.
İnfazlar bazen, Yedikule Zindanları’nda ya da Topkapı Sarayı’nın bahçesinde bulunan bir çeşmenin önünde gerçekleştirilirdi. Bu çeşmenin adı “Cellat çeşmesi” ya da “Siyaset çeşmesi” idi.
Görev tamamlandıktan sonra cellatlar, ellerini ve kanlı baltalarını bu çeşmede yıkarlardı. Çeşmenin iki yanında ise, “kelle taşları” (ibret taşları) bulunurdu ve kesilmiş kafalar, ibret-i alem için bu taşların üzerine konarak sergilenirdi. Bugün hala saray bahçesinde bulunan bu çeşmeyi, herkes görür ancak ne amaçla yapıldığını bilmez.
Osmanlı döneminde infazlar, kişinin unvanına, rütbesine ve işlediği suça göre değişirdi. Örneğin, Osmanlı sultanları ve şehzadelerinin kanı dökülmez, urgan (ip), yay kirişi gibi malzemelerle, boğularak öldürülürdü. Bu öldürme şekli, Türklerin Müslüman olmadan önceki dini olan “Şamanizm”den geliyordu. Zira Şamanlar, kan akıtarak öldürmekten çekinirler, bu nedenle sultanları ve şehzadeleri boğarak öldürürlerdi.
Osmanlı tarihinde, kardeş katli yapan padişahlar arasında I. Murad (Halil ve İbrahim’i), II. Murad (Mustafa’yı), II. Mehmed (8 aylık kardeşi Mehmed’i), I. Selim (Korkut ve Ahmet’i), III. Mehmed (4’ü büyük, 19 kardeşini), IV. Murad (Bayezıd, Süleyman ve Kasım’ı), kardeş kanı döken padişahlar sayılırken, IV. Mehmed, hiçbir kardeşini öldürtmeden 29 yıl saltanat sürmüştü.
Bir diğer infaz şekli ise, “kelle kesme” idi. İstanbul dışında, uzak memleketlerde infazların ispat edilebilmesi için, farklı bir yöntem uygulanırdı. Kesilen baş, içi “bal” dolu, deriden yapılmış bir torbaya konur, saraya getirilerek, gümüş bir tepside padişaha sunulurdu. Bedeni ise, öldürüldüğü yere gömülürdü. Bu nedenle, başı ve bedeni farklı yerlerde gömülü olan devlet adamları, vezir ve sadrazamlar mevcuttu (Sadrazam, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana Kuşatması’nda başarısız olunca, başı kesilerek bal torbasında padişaha sunulmuş, daha sonra denize atılmıştır). Kesilen başlar, bazen Topkapı Sarayı’nın ilk giriş kapısına asılır, 3 gün müddetle teşhir edilirdi. Saray kapısında, bazen yüzlerce kelle, ibret olsun diye sergilenirdi.
Biraz da yazımıza konu olan cellatların özelliklerinden bahsedeceğim: Cellatlar sağır ve dilsiz kişilerden seçilirdi. Bu iş için seçilen sağlam kişiler varsa, onların yalnızca dili kesilirdi.
Cellatların, infaz sırasında uyguladığı farklı yöntemler vardı. Örneğin, Müslümanların infazdan sonra başları, cesedi sırtüstü yatırarak koltuğunun altına, gayrı Müslimlerde ise, yüzü koyun yatırarak, başları kıçlarının üzerine konurdu.
İnfaz edilecek kişi, her şeyiyle celladın malı sayılırdı. Üzerindeki giysileri, kıymetli eşya ve paraları kendisine kaldığı gibi, cesedi isterse atar, isterse ölü sahiplerine para ile satardı.
Osmanlı halkı, İslam dininin adam öldürmeyi yasaklaması nedeniyle, merhametsiz ve sevgi hisleri bulunmayan, cani ruhlu insanların cenazelerini bile mezarlıklarına almayarak, kendi aralarına gömülmelerini istememiştir.
Bu nedenle, Osmanlı’da cellatlar için, İstanbul’un en uzak bölgelerine, yolunun olmadığı, halkın yaşamadığı ıssız ve bakımsız alanlara “Cellat Mezarlığı” yapılmıştır. İstanbul’da, bilinen ilk ve tek cellat mezarlığı “Eyüp” semtindeki, Karyağdı bayırında, “Karyağdı Baba Tekkesi”nin yakınlarında yer alır (İkinci bir cellat mezarlığından söz edilse de yeri tespit edilememiştir). Burası günümüzde, normal bir mezarlık olup, aralarda tek-tük cellat mezarı kalmıştır.
Bunların cellat mezarı olduğu ise, mezar taşlarından anlaşılır. Zira, bu taşların üzerinde isim, doğum-ölüm tarihleri gibi hiçbir yazı ve ibare bulunmaz. Bunun nedeninin, öldürülen kişinin yakınlarının, bu taşları bulup tahrip etme ya da celladın yakınlarına zarar verme gibi nedenler olabileceği kuşkusudur. Bu taşlar iki metre yüksekliğinde, 40-50 cm. genişliğinde ve dikdörtgen şeklindedir ve ne amaçla dikildiği bilinmez. Eskiden halk bu taşlara, uğursuzluk getirir, lanetli diye dokunmazken, daha sonra bu taşların sökülüp, diğer mezarların yapımında kullanıldığı gözlenmiştir.
Dünyada bir örneği dahi bulunmayan bu mezarlar, Osmanlı’dan günümüze kalan bir kültür mirası olmakla birlikte, tarihi değer ve örnek yapı olması bakımından, devletçe korunmaya muhtaçtır.
1984 yılında, infazı gerçekleştirilen son idamdan sonra “cellatlık” mesleği tarihe gömülmüşse de idam cezalarının gündeme getirilmesi, tartışmaları yeniden alevlendirmiştir.
Oysa günümüzde ortalıkta dolaşan, masum yüzlü cellatların bir çığ gibi çoğaldığını unutmamak gerekir. Yasak ilişki sonrası, doğan çocuğunu boğarak sokağa atan anne! Töre cinayetleri nedeniyle, genç kızlarımızın boynuna yağlı urganı geçirterek, ölmeyi azmettiren bir zihniyet! Sevdiği kıza kavuşamayınca katliam yapan genç! Başını, bedeninden testere ile keserek, masum bir cana kıyan katil! Tecavüz ettiği cana kıyan sapık! Potansiyel cellat olarak hala yakınlarımızda dolanıyorlar.
Allah bizleri onlardan ve onların şerrinden korusun. Başka ne denebilir ki?