DEĞERLİ okurlar. Daha önce ülkücü öğretiden belli alıntılar yaparak, bugünün gerçekleriyle bağdaşmadığından söz etmeye çalışmıştım. Bugün de, Marksist öğretinin kimi tutarsızlıklarından söz edeceğim. Ben bu iki ideolojiyi...

DEĞERLİ

okurlar.

Daha önce ülkücü öğretiden belli alıntılar yaparak, bugünün gerçekleriyle bağdaşmadığından söz etmeye çalışmıştım.
Bugün de, Marksist öğretinin kimi tutarsızlıklarından söz edeceğim.
Ben bu iki ideolojiyi ele alırken, yıllarca bu yolda koşuşturmuş, Ülkücü ve Devrimci kardeşlerimize eleştiri getirmekten çok, bu yapılanmaların belli yönleriyle de ele alınması gerektiğinin altını özellikle çizmek istiyorum.
Bu çizgiye şu ya da bu biçimde emek verip, belli mağduriyetlere uğrayanların önemli bir bölümünün, idealist, yurtsever insanlar olduklarına yürekten inananlardanım.
Benim eleştirim, bu tür yapılanmalara, belli bir fanatizmin içinde soyut kavram ve sloganların içini yeterince sorgulamadan, biat etmeleridir.
Aynı yanlışın içine bir dönem ben de balıklama daldım.
Marks ve Engels sanayileşmenin ilk yıllarındaki kapitalizmin acımasızlığı karşısında yoksul insanların çoğunlukta olduğu bir dönemde, kendilerine göre bir ideoloji ortaya atmışlar.
Bunu yaparken de olabildiğince gerçekçi olmaya çalışmışlar.
Bakın bu konuda ne denmiş:
"Bir takım sözde Marksistler manifestoya dindar bir tutucunun İncil’e yaklaştığı gibi yaklaşırlar. Marks ve Engels hiçbir zaman tarihin geleceğini çizmeyi ve gelecek sosyalist kuşakları bağlayıcı bir dizi doğma (dar kalıplar) sıralamayı düşünmediler. Manifestoda da görülen bir tarih kuramıdır, insanların davranış ve düşüncelerini son çözümde hayatlarını kazanma biçimlerinin belirlediğini kabul eder böylece her toplumun temeli onun ekonomik yapısıdır ve bu yüzden de tarihin itici gücü ekonomik değişmedir. Üretim güçleri, üretim ilişkileri ve biçimi toplumun ne yapması gerektiğini ortaya koyar."
Bundan da anlaşılıyor ki, bu öğreti bir dogma olarak ele alınmamalı, sürekli sorgulanarak çağa uygun hale getirilmelidir.
Proletarya diktatörlüğü sözü, salt işçi sınıfını hareketin içine çekmek için kullanılmıştır. Pratikte hiçbir uygulaması hiçbir ülkede olmamıştır. “Kimsenin kimseyi ezmediği, sömürmediği, insanın insanca yaşadığı sınırsız ve sınıfsız bir dünya toplumu" anlayışı da fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Çok daha çarpıcı olansa, Komünist ülkelerde liderlerin genellikle küçük burjuva aydını olmaları ve bir ömür boyu iktidarda kalmalarının devrimcilerce hiç sorgulanmaması, bunun bir anlamda diktatörlük olduğu konusunda hiç kafa yormamaları düşündürücü.
Ekonomiyle ilgili en önemli sorunsa, kolektivist ekonomik modelin ve mülkiyetin kamulaştırılması da insanoğlunun ihtiyaçlarına en küçük bir çözüm getirmemiş olmasıdır. Kolektivist ekonomik model, kapitalizm karşısında sınıfta kalmıştır. Bir ülkenin ideolojisi ne olursa olsun, kalkınabilmesi için sanayileşmesi, sanayileşmesi için de sermaye birikimi şarttır. Kolektivist modelde sermaye birikimi olmadığı için, teknoloji yenilenememiş, yeni yatırımlar yapılamadığı için de kapitalist ülkelerle rekabet edilememiştir. Yani, toplum sürekli yoksullaşmıştır.
Tüm bu olumsuzluklara karşın Marksizm’in felsefi yönü tabii ki ciddiye alınmalı ve bunun üzerinde bugün de düşünülmelidir.
Belki de Marksizm’in felsefi boyutuna bugün çok daha fazla ihtiyacımız var gibi!
Değerli dostlarımın, Ülkücü ve Devrimci çizginin, bir köşe yazısında derinliğine irdelenmesinin imkansızlığını dikkate alarak, benim kısaca değindiğim konularda kafa yormalarının çok daha doğru olacağı kanaatiyle, tüm dostlarıma selam ve saygılarımı sunuyor, bu tür felsefi ve ideolojik konularda karşılıklı fikir alışverişinde bulunmamızı öneriyorum.