Son yıllarda televizyon ekranlarının bize sunduğu manzarayı eleştirel bir gözle incelediğimizde, medyanın içerik tercihlerinin toplumsal fayda, bilgi ve etik değerler çizgisinden ne kadar uzaklaştığını görmek mümkün.
İzleyiciyi saatlerce ekrana kilitleyen popüler içeriklerin odağında, maalesef, kültür, sanat, tarih ya da bilimin aydınlatıcı yüzü yerine, magazinel sığlık, kişisel entrikalar ve ahlaki sınırları zorlayan absürtlükler bulunuyor.
Özellikle gündüz kuşağında yayınlanan ve büyük bir izleyici kitlesine ulaşan programlar, kimi zaman "yaşanmışlık" iddiasıyla, kimi zaman da kayıp arayışı maskesi altında, mahrem olanı kamusal alana taşıyor.
Bu programlarda tartışılan ve adeta ipliği pazara çıkarılan olaylar, yalnızca bireylerin özel hayatlarını ifşa etmekle kalmıyor; aynı zamanda, toplumun belirli bir kesiminde kabul gören ya da görmeyen değer yargılarını, çoğu zaman "reyting" uğruna çarpıtarak sunuyor. Vatandaşın, fındık kabuğunu doldurmayacak önemsizlikteki tartışmalarla meşgul edilmesi, aslında daha derin, daha önemli toplumsal meselelerden dikkatinin ustaca dağıtıldığı anlamına gelebilir.
Akşam kuşağındaki 'mafyatik' veya yüksek bütçeli dram dizileri de benzer bir sığlığın içine hapsolmuş durumda. Bir şirketin kuruluşu, şirket içindeki güç savaşları, ihanetler ve entrikalar, ana konu olarak sürekli bir döngüde kullanılıyor. Elbette drama, çatışmadan beslenir. Ancak senaryoların, toplumu ileri taşıyacak, düşündürecek, farklı perspektifler sunacak derinlikten yoksun oluşu, sadece göz alıcı bir tüketim ürünü olmaktan öteye gidemiyor. Bu durum, izleyicinin düşünme ve sorgulama yeteneğini pasifleştiren, kolay ve hızlı haz veren bir içeriğe alıştırılması riskini beraberinde getiriyor.
Bir diğer önemli noktası ise medyanın "uzmanlık" kavramına yaklaşımıdır. Bir ekran yüzünün veya gazetecinin; hukuktan dış politikaya, askeri stratejiden siyasi dehalığa kadar her alanda mutlak otorite gibi konuşlandırılması, maalesef ülkemiz medyasının kanayan yarasıdır. Bu durum, hem gerçek uzmanlık alanlarının itibarsızlaşmasına yol açar hem de izleyiciye sunulan bilginin sığ, yanlış veya manipülatif olma riskini artırır. Bir konuda uzman olmak, yıllarca süren eğitim, araştırma ve deneyim gerektirir. Ekranlarda her konuda fikir beyan eden figürler, izleyicinin gerçek bilgiye ulaşma çabasını sekteye uğratmaktadır.
Peki, bu tablo karşısında izleyici olarak bizim rolümüz ne olmalı? Televizyon yayıncılığının temelinde arz-talep dengesi yatar. İzleyici neyi talep eder ve neyi izlerse, yapımcılar ve kanallar o içeriği üretmeye devam eder. Bu kısır döngüyü kırmanın yolu, her şeyden önce nitelikli içeriği talep etmekten ve onu izlemekten geçer.
Tükettiğimiz içeriğin farkında olmalıyız. Bize bir şeyler katacak, ufkumuzu açacak, kültürel birikimimizi artıracak programlara yönelmeliyiz.
Ekrandaki "uzmanların" gerçekten uzman olup olmadığını, tartışılan konunun toplumsal bir faydası olup olmadığını sorgulamalıyız.
Belgeseller, bilim programları, kültürel yayınlar gibi alternatif mecralara yönelmek, zihnimizi sığlıktan kurtarabilir.
Unutmayalım ki, ekran, bize bir dünya sunar. Ancak bu dünyanın nasıl görüneceği, büyük ölçüde izleyicinin kumandasındaki tercihe bağlıdır. Daha bilinçli bir izleyici topluluğu, medyayı daha etik, daha bilgili ve daha sorumlu yayınlar yapmaya zorlayacaktır. Aksi takdirde, ahlaki sınırları zorlayan, içi boş tartışmalarla kilitlenmeye devam ettiğimiz ekranlar, sadece zamanımızı değil, toplumsal değerlerimizi de eritmeye devam edecektir.