BİLİYORUM, bu yazıya başlarken çoğumuzun içinden geçen o büyük "ama"lar var. O amalar, bizi yıllardır aynı masanın etrafında, aynı kısır döngünün içinde tutuyor.
Kimimiz için bu masa, Atatürk, laiklik ve ilericilik masası; kimimiz içinse millet, inanç ve devlet masası.
Masalar farklı görünüyor olabilir ama üzerindeki tartışma aynı: "En doğru değer benimki."
Gelinen nokta ise tam bir paradoks.
Biz, bu ülkenin insanları, o siyasilerin kürsülerden haykırdığı, bizi kış köşesi ve yaz köşesi diye ayırdığı o değerlerin girdabında çarpışıp duruyoruz.
Ben en iyi solcuyum!
Hayır, en sahici milliyetçi benim!
Asıl gerçek dindar benim mahallemde!
En büyük Atatürkçülük benim ruhumda!
Gün boyu ekranlarda, sosyal medyada, kahvehane köşelerinde bu bayrakları sallıyoruz. Bizi biz yapan, bizi bir arada tutması gereken o kutsal kavramlar, elimizde birer küskünlük sopasına dönüşmüş durumda.
Peki, bu kavgadan geriye ne kalıyor?
Ortada, bomboş bir su şişesi gibi duran bir Türkiye gerçeği.
Biz, laiklik diye bağırırken, dünya Mars’a araç indiriyor. Biz, milli ve yerli diye göğsümüzü gere gere tartışırken, küresel teknoloji devleri saniyede milyonlarca veri işleyen yapay zekâyı hayatımızın merkezine koyuyor.
Biz "en çok ben inanıyorum" derken, modern dünyanın hız treni inanmayanları, inananları, sağcıyı, solcuyu ayırt etmeden yol alıp gidiyor.
Treni kaçırıyoruz, farkında mıyız?
Oysa, bizi ayıran o değerlerin birçoğu, aslında hepimizin ortak kabulü değil mi?
Kim bu topraklarda güçlü bir devlet istemez?
Kim milletinin refahını arzulamaz?
Kim, bu ülkenin kurucusuna saygı duymaz?
Kim inanç özgürlüğüne karşı çıkar? Tartıştığımız şeyler, özünde hepimizin kalbinde yatan temel taşlar.
Farklı olan, sadece bu taşlara bakış açımız, yani hayata baktığımız pencere. Ve o pencerelerin farklılığı, bizim zenginliğimiz olmalıydı; kavgamız değil.
Yıllardır bu değer siyasetini yürütenlerin bir de arka planda ne yaptığını düşünün. Biz burada birbirimize kızıp, mahallelerimizi ayırırken, arka planda o siyasi ve ekonomik güç odakları, bu küskünlük girdabını bir perde gibi kullanmıyorlar mı?
Emin olun, o kulislerde, o kapalı kapılar ardında bizim tartıştığımız bu duygusal değerler, bire bir de asla bu keskinlikte tartışılmaz.
Onlar, çıkarların ve hesabın dilinden konuşur. Biz ise, duyguların ve hamasetin dilinden.
Sonuç: Biz o boş şişenin etrafında birbirimizi itip kakarken, asıl suyumuz kuruyor. Enerjimiz, zamanımız, entelektüel gücümüz, bu yapay ayrışma uğruna heba oluyor.
Unutmayalım: Bir toplumu ileri taşıyan, neye inandığı ya da inanmadığı değil; ne ürettiği ve nasıl bir arada durabildiğidir. Artık o boş şişeyi fırlatıp atmalı, ortak kabul ettiğimiz o değerlerin üzerine, geleceği inşa eden üretken bir siyaset koymalıyız. Yoksa bu girdap, hepimizi yutacak.
Esen kalın...