Çocukluğumun geçtiği, şimdi sıra sıra apartmanların dizili olduğu sokağın, eskiden 4 tane cumbalı eski Alanya evi, bir tane şu an sokağın en eski, o zaman içinse bize çok yeni gelen, tek katlı betonarme evi, bir camisi vardı. İki yanında...
Çocukluğumun geçtiği, şimdi sıra sıra apartmanların dizili olduğu sokağın, eskiden 4 tane cumbalı eski Alanya evi, bir tane şu an sokağın en eski, o zaman içinse bize çok yeni gelen, tek katlı betonarme evi, bir camisi vardı. İki yanında böğürtlen dikenleri ile sınırlanmış, dikenlerin arkasında yemyeşil muşmula, portakal, mandalina, limon ağaçları, baharda meyveler, yoncalar, laleler ile rengarenk çevrelenen dar, toprak yol biz çocuklar için muhteşem bir oyun alanıydı.
Çocukluğum hep o sokakta ve bahçelerde geçti. Kahvaltıdan sonra indiğim sokaktan, akşam ezanı okunup da annem sesini duyurmak için, avazı çıktığı kadar bağırarak, defalarca çağırdıktan sonra eve girerdim.
Sokağa indiğimde ilk işim bir arkadaş bulmak olurdu. Çoğu zaman zaten mahallenin çocukları sokakta olurdu. Bulamasam da evlerine gider çağırırdım. Erkek çocukların topladıkları kargılardan yaptığı uçurtmaları hayranlıkla izlerdim, onlar gibi, işe yaramayan bir tekerleği, ağaç dallarından kopan düzgün değneklerle düşürmeden yuvarlamaya çalışırdım, bunu bir yarışa dönüştürürdük hatta. Yakan top, can, istop diye isimlendirdiğimiz topla oynanan oyunlarımız vardı. Kız çocuklarla çizgicik, evcilik oynamaktan zevk alır, dans yarışmaları yapardık şarkılar söyleyerek.
Gelin yapmayı keşfetmiştik bir dönem. Bir arkadaşın annesinin çok hoşumuza giden kombinezonunu alıp ona giydiriyor, çiçeklerle başına taç yapıyorduk. Yaptığımız şeyden büyük zevk alıyorduk. Gazeteciliğe meraklı olan Mehmet Ali ağabeyimin o günlerden birinde çektiği fotoğraf hala duruyor, geri getiremeyeceğimiz yılları hatırlatıyor.
İlkokulun başlarında, okuldan gelir gelmez çantamı eve koyar, sokağa fırlardım. Ortaokula gidene kadar bu oyunlar devam etti. Ama büyüdükçe ve arkadaşlarımdan gördükçe ödev yapma sorumluluğum da sonradan gelişti.
Sokağın bize sunduğu olanaklarla oynanan oyunların, küçük buluşların içimize doldurduğu sevincin hazzı, hiçbir şeyde yoktu.
Bunları niye yazıyorum?
Günümüz çocukları oynamak için çok fazla materyale, teknolojinin getirdiği pek çok olanağa, aktivite yapabilecekleri pek çok sosyal alana, müzik, spor, sanat konularında profesyonel destek alabilecekleri pek çok alternatife sahip.
Teknolojiyi bizlerden çok daha kolay öğrenip çok daha iyi kullanabiliyorlar. Farkındalıkları ve bilgi dağarcıkları bizim dönemimize göre çok daha gelişmiş.
Ama bir sorunları var. Zamanları yok.
Okul, ödev, dershane üçgeni içinde sıkışmış, hep dört duvar arasına hapsolmuş durumdalar.
Ev, araba, okul, araba, dershane. Sokaktan gelmek istemeyen, içi içine sığmayan o çocukların enerjisi nereye gidiyor peki?
Kısacık boş vakitlerinde, bilgisayar başında geçirdikleri zamanlar, en eğlenceli zamanları sanırım, sosyal paylaşımları.
Ailelerin hedefleri hep aynı. Yüksek not ortalaması. Sanki her çocuk doktor, mühendis, avukat olmak zorundaymış gibi. Aileler hem şikayetçi, hem hırslı. Bu bir anlamda onur yarışına da dönüşmüş. Konular ortak: Alınan puanlar.
Kapasitesi ve isteği olan çocuklar elbette yüksek not ortalamasına sahip olacaklardır, desteklenmelidirler. Ama her çocuk kendi yetenek ve kapasitesi doğrultusunda değerlendirilmeli.
Her çocuk mutlu olmak zorunda bence. Mutlu olmayan bir çocuk, mutlu bir yetişkin olmayı öğrenemez. Küçük şeylere gülebilmeli, yaşamın tüm renklerini yerinde görmeli ve keşfetmeli kendi yeteneklerini, isteklerini. Düştüğünde kalkmayı, dağda bayırda yürümeyi, yenmeyi, yenilmeyi, bir şeyler üretmeyi, paylaşmayı, dostluğu sanal alemde değil doğada, oyunlarla öğrenmeli ki; gerçek hayat oyununda ayakta kalabilsin.