SİZE küçük bir sorum var. Bir kukla olmak ister miydiniz? Ya da, bir kukla yerine konulmak hoşunuza gider miydi? Yoksa özgür, hür iradeye sahip, kimliği ve kişiliği olan, hayata özgüvenli bir birey olarak bakabilmek ve kendi geleceğinize...
SİZE
küçük bir sorum var.
Bir kukla olmak ister miydiniz?
Ya da, bir kukla yerine konulmak hoşunuza gider miydi?
Yoksa özgür, hür iradeye sahip, kimliği ve kişiliği olan, hayata özgüvenli bir birey olarak bakabilmek ve kendi geleceğinize kendiniz mi karar vermek isterdiniz?
Bir de ikinci sorum var.
Türkiye'de bunu yapabiliyor musunuz?
Başbakan Davutoğlu'nun -doğal olmayan bir şekilde- istifasıyla parlamenter sistemin bittiğini, tıkandığını artık Başkanlık Sistemi'ne geçilmesinin zorunlu olduğunu pompalayıp duruyorlar.
Bunun borazanlığını yapanlara sormak isterim.
Ülkemizde Parlamenter Sistem uygulanabiliyor mu ki, tıkandığından şikayet ediyorsunuz?
Turgut Özal Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez, daha önce meclis başkanlığı koltuğuna oturttuğu -meclisin en iddiasız, en silik üyesini- Yıldırım Akbulut'u Çankaya Köşkü'ne davet ederek, "Başbakan olarak seni atadım, al işte, bunlar da bakanlarının listesi" dedi.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni hükümeti, iki saat içinde kurulan en hızlı bakanlar kurulu olarak atanmıştı.
Turgut Özal kukla bir başbakan atamakla kalmamış, bakanların tamamını da kuklalarından kendisi seçmişti.
Süleyman Demirel cumhurbaşkanı seçilince, daha ustaca bir yol denemiş olsa da yaklaşımı aynen Turgut Özal yaklaşımıydı.
Doğru Yol Partisi'nin genel başkanı olarak İsmet Sezgin'i seçtirmeye çalışmış, o zamanki delegeler bugünkü kadar halkından kopuk ve liderlerinin kuklası olmadığı için başaramamış ve genel başkan olarak kongreden Tansu Çiller çıkmıştı.
Demirel ve Çiller ikilisi istenmeyen ama değişik nedenlerle de olsa sürdürülmek zorunda olan evlilikler gibiydi.
Demirel delegelerin kararına saygı duymak yerine müdahil olmayı, seçilen genel başkanla çalışmak yerine, dilediği -kendi kuklası olan- adamı kullanmayı seçti ve hem ülkemiz hem de kendisi yaralandı.
Ahmet Necdet Sezer politik geçmişi olan bir cumhurbaşkanı değildi, Onun bu anlamda bir müdahalesi olmadı.
Ancak onun zamanında Bülent Ecevit başbakandı ve kendisi halka, halkın sağduyusuna ve seçme hakkına ne inanan ne de güvenen biriydi.
Bırakın halkı, kendi partisinin organlarında görev alanlar için bile bu güvene sahip değillerdi.
Teşkilatının bütün üyeleri kendisinin kuklalarıydı, bikoş zamanında İsmet Paşa'ya karşı "Biz kapı kulu olmayacağız" diye haykırma yürekliliğini gösteren bir kişiydi.
Parti teşkilatı o kadar kuklaydı ki, partisine üye olmak isteyen bir vatandaşın üyeliğe kabulü bile bay ve bayan Ecevit'lerin oluruna kalmıştı, başka hiç kimsenin üye kabul etme gücü yoktu.
Ve partisinin genel başkanlığını bırakmak zorunda kaldığında yerine gelecek kişiyi de, en gücü, yine kendisi seçmişti.
Bir milletin kaderine yön veren insanlardan söz ediyorum.
Şaka gibi, ama gerçek, çok acı bir gerçek.
Evcilik oynayan çocuklar bile oyunlarını bunlardan daha ciddiyetle oynarlar.
İktidar partisinin meclis üyeleri konumlarını halka borçlu değiller. Halkı temsil etmek üzere meclisteler ama halkı temsil güçleri yok.
İçlerinden çıkacak başbakan da başbakanlık gücünü halktan almıyor.
Başbakanlık makamına gelmenin de gitmenin de iradesi başka yerde saklı.
Bu tablo ülkemiz için bir alarm tablosudur.
Böyle bir meclisten egemen bir tavır çıkabilir mi?
Böyle bir meclis ülkemizi temsil edebilir mi, daha iyi bir geleceğe taşıyabilir, milletimizin yaşam kalitesini yükseltebilir mi?
Şimdi devir Recep Tayyip Erdoğan devri.
Güç onda.
İktidar partisinin kurucusu ve tek hakimi, bikoş cumhurbaşkanı.
Kendi eliyle başbakanlık koltuğuna oturttuğu kişiye -kendisine karşı hiç bir direniş göstermemesine karşın- yine de çıkla 20 ay dayanabildi, zaten bir "Başbakan" istemiyordu.
-DEVAM EDECEK-
(DİP NOT: Bu makale 06 Mayıs 2016 tarihinde kaleme alınmıştır.)