1967 yılında başladığım yatılı okulumda arkadaşlarıma hep Alanya'yı anlatabilme derdindeydim. Turizmin henüz girmediği şirin kasabamızın, şahane denizi ve kumsalından başka çocuk aklımla betimleyebileceğim bir özelliği yoktu....

1967

yılında başladığım yatılı okulumda arkadaşlarıma hep Alanya’yı anlatabilme derdindeydim. Turizmin henüz girmediği şirin kasabamızın, şahane denizi ve kumsalından başka çocuk aklımla betimleyebileceğim bir özelliği yoktu. Portakal çiçeğinin kokusu sonradan aklıma geldi…
O yıllarda henüz bozulmamış olan İzmir Bornova’da, nerde bir portakal ağacının yanından geçsek heyecanlanır, “İşte Alanya böyle kokuyor” derdim. Portakal çiçeği kokusu aileme, şehrime olan özlemimin en yalın anlatımıydı.
Üniversite sonrası evlendiği eşiyle bir süreliğine Amerika’ya yerleşen kız kardeşim, San Francisko’yu en çok, Alanya gibi koktuğu için sevmişti. Ailemin diğer fertleri de öyle; yurt içi, yurt dışı nereye gitmişlerse beğendikleri şehirleri Alanya ile paralellik kurarak anlatmışlardı.
Alanya’nın yalnızca kokusu yoktu. İkliminin, içinde yer aldığı coğrafyanın ve tarihsel geçmişinin yarattığı bir insan dokusu, rengi, tadı da vardı. Alanya sunduğu lezzetleri anlatmak için çaba harcamaz, tesadüfen yolu düşenleri de kendisine aşık ederek geri gönderirdi.
Aradan çok yıllar geçti; Alanya haliyle dönüştü, değişti… Şehir ne yazık ki değerlerini anlamaz, fark etmez hale geldi. İşin ironik tarafı, çağın gereği “imajını güçlendirmek için farklılıklarını öne çıkarması” istendiğinde, nasıl bir ayrıcalığı bile olduğunu bilemiyordu. Turizmdeki kriz belki de bu yönden yararlı oldu; tanıtım derdine girip elindeki telefon ile fotoğraf çekme telaşına girenler, yerleştikleri coğrafyanın güzelliğini fark edebildiler!
“Coğrafya kaderimizdir” sözüne, en azından Alanya özeli için inanırım. Canlı bir nesne olarak kabul ettiğim ve ilişki içinde bulunduğum coğrafyaya, içinde kıskançlık, aşk, korku, paylaşım olan insani duygularla bağlıyım. Günümüzde artık ilkel sayılan o korumacılık duygusuyla, coğrafyanın dokusuna uymayan insanı, eylemi, kararı eleştirmenin yorgunluğundayım. Ülkemin olduğu gibi şehrimin de elimin altından kayışını hüzünle izlemekteyim.
Elimde kaldığını hissettiğim tek değerin, Alanya’nın kokusunun anlaşılmasının derdindeyim. Ülkenin onca sorunu varken öylesine bu konuyu öne çıkarmalıyım ki, şehir yaşayanı portakal çiçeği kokusuyla bütünleşebilsin. Kendisini bu şehre daha ait hissetsin, daha katılımcı olsun. Vatanı yaşanmaz hale getirenlere, bu coğrafyaya kıyanlara, doğanın karşı gelinmez gücünün, portakal çiçeğinin kokusunun değiştirilemeyeceği gerçeğinden esinlenerek karşı dursun…
Şehre en büyük gelir, dahası iş olanağı sağlayan turizmdeki bu sıkıntılı dönemde, portakal çiçeğinin bir tanıtım nesnesi olarak kullanılmamasına hayıflanırım. Bir çok Akdeniz destinasyonunda yapıldığı gibi, konuya ilişkin özel turların düzenlenmemesine hayret ederim. Tıpkı Alanya belediyesinin geçmiş dönemde portakal yerine şehri devasa Benjamin ağaçlarıyla doldurmasına ettiğim gibi…
Ama bütün söylediklerim için, portakal çiçeği kokusunu alabilecek burunlara gereksinim var; gerisi boş laf…