'Çocuk” diyoruz ya, ben hep soruyorum, 'Hangi çocuk?” diye. Homojen bir yapı değil ki çocuk dediğimiz. Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya'da yaşayan çocukla, Van'ın il merkezine 130 kilometre uzaklıkta olan, 3125 metre yükseklikteki...

“Çocuk” diyoruz ya, ben hep soruyorum, “Hangi çocuk?” diye. Homojen bir yapı değil ki çocuk dediğimiz. Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya’da yaşayan çocukla, Van’ın il merkezine 130 kilometre uzaklıkta olan, 3125 metre yükseklikteki bir köyde yaşayan çocuk bir olabilir mi? Yaşam koşulları, gördüğü öğrenim, dünyayı algılaması eşit olabilir mi?
Bırakın Van’daki köy çocuklarını; İstanbul’un kaymak semtleriyle varoşlarında yaşayan çocuklar, Alanya’da özel okullarda okuyan güler yüzlü çocuklarla kıyıdaki, bucaktaki devlet okullarında okuyan çocuklar bir tutulabilir mi?
Hangi çocuk? Beş çocuklu bir ailenin çocuğu mu, bir evin el bebek gül bebek yetişen tek ya da iki çocuğu mu? Günün modasını izleyen, marka giyen çocuklar mı yoksa büyüklerinden kalma giysilerle idare etmek zorunda olanlar mı?
Çocuk kavramını tek sözcükle sınırlayıp tanımlayabilir miyiz?
Tanımlayamayız.
Aynı yöreden olup da aynı sınıfta okuyan çocuklar bile büyük farklılıklar göstermezler mi? Huyu, suyu, zekâsı, dünyayı algılaması birbirinden farklıdır her birinin de.
Şimdi bir öğretmen düşünün, 35-40 kişilik sınıflarda bu birbirinden parmak izi kadar farklı yönleri olan öğrencilerle ders yapacak. Kimisi çok konuşur. Kimisi hayalcidir, pencereden görünen bulutlara bakar. Kimisinin aklı, öğlen arasında yapacakları maça takılmıştır kırık plak gibi. Kimisi kendisini göstermek ister, sürekli parmak kaldırır öğretmen kendisine söz versin diye. Kimi dalgındır. Kimi şu köşedeki sırada oturan kıza âşıktır ama hiç şansı yoktur çünkü kız da en önce, solda oturan oğlana âşıktır. Birinin aklı Ayşegül’ün yeni bebeğindedir, ötekinin aklı, Mustafa’nın yeni topunda.
Biraz da siz çoğaltın bu örnekleri kendi çocuklarınızdan ya da tanıdığınız çocuklardan yola çıkarak…
Öğretmen sınıfa girdiğinde, böyle 35-40 benzemezle karşı karşıyadır. Nasıl başlasın ki derse?
“Günaydın çocuklar, bugün Sosyal Bilimler dersinde…”
Böyle başlasa derse, kaç kişinin dikkatini çekebilecek ki?
Bilmem… Gerçekten bilemiyorum.
Okullardan söyleşi, sunum çağrıları gelmeye başladı. Önümüzdeki hafta Çorlu ve Enka Adapazarı’nda olacağım.
Çorlu’da işim kolay, ilk kez karşılaşacağım oradaki çocuklarla. Başıma bir tüy takıp “Kandırmışlar sizi, ben yazar falan değilim, Büyük Şef Topal Karga’yım,” diyerek topallamaya başladım mı, olay bitiyor zaten. Kahkahaların eşliğinde, ilgiyle izlemeye başlıyorlar anlatacaklarımı. Enka’da işim zor. Yıllardır giderim oraya, yeni bir sunum hazırlamam gerek… Kafama tüy takmaktan farklı bir şey bulmalıyım…
Şimdi bir de öğretmeni düşünün… Her gün bir şeyler anlatıyor o. Bir de sınıfta otorite sorunu var. Başına tüy takarak girse derse, tüm otoritesini yitirir.
Peki ama, sınıfındaki bu 35-40 benzemeze üstelik sevdirerek nasıl anlatacak öğretmen?
Bu sorunun yanıtını bulamadım.
Yazar olarak benim işim çok kolay. Çocukların severek okudukları 40’ın üzerinde çocuk kitabım var. Övünmek gibi olmasın ama iyi kitaplar hepsi de. Birini sevmeyen, alır ötekini okur. Yazar olarak benim yanıtlayamadığım soru da bu işte: Nerede yaşayan, hangi çocuk alır da okur?
Edirne’den Van’a uzanan çok bilinmeyenli bir denklem bu “Hangi çocuk?” sorusu.
Öğretmenlik zor zenaat, biliyordum da, çocuk kitapları yazarlığının da bir o kadar zor zenaat olduğuna karar verdim sonunda.
Benim yazdığım bir kitap, ilk baskısında iki bin basılıyor. Bu kadar kitap ancak altı ayda ulaşıyor çocuklara? Hangi çocuklara? Siz düşünün onu da.
Türkiye’nin çocuk nüfusu kaç? Çarpmayı bölmeyi siz yapın, benim iki bin kitabımın hangi zamanda, kime, nasıl ulaşacağını hesaplayın. Ne kadar çoğuna ulaşırsa, ne iyi…
Ya öğretmen ne yapsın? Aynı benzemezlerle her gün yüz yüze onlar.
Öğretmenlik zor zenaat ben kardeşim. Hem de çok zoooooor!