2005 yılıydı galiba.
Bir dostun davetlisi olarak Clup Santana Otel’e yemeğe gitmiş; orada görmüş, orada tanımıştım onu.
Masamıza gelip, afiyet olsun deyip, kendisini tanıtmıştı.
Öyle kibar, öyle alçak gönüllü bir insandı ki, onun o beyefendi tavrı karşısında elim ayağıma dolanmıştı.
Birbirimize karşılıklı jestler yapıyor, iltifatlar ediyor, birbirimizi ( önce) oturmaya davet ediyorduk.
O oturmadığı için ben de oturamıyordum.
Derken, “…Siz lütfen buyurun oturun, benim başka konuklarım var” deyip, masadan uzaklaşınca, oturabilmiştim sandalyeme.
O masadan uzaklaşınca, müşterek dosta , “Kim bu adam Tanrı aşkına, ne denli kibar ve beyefendi?” demiştim.
Ortak dost da anlatmıştı.
Turizmin çekirdeğinden yetişmiş; turizmin kitabını yazmış; turizmin gerçek anlamda duayenlerindendi. Ayrıca da o an bulunduğumuz Santana Otel’in sahibiydi.
Alçak gönüllülüğü ve beyefendiliği bir yana çok da büyük bir hayırseverdi.
Ortak dost, “…Ben diyeyim 500, sen de 1000 çocuğun hamisidir” deyince, iyiden iyiye hayran olmuştum.
Sonra uzun yıllar görmedim kendisini.
… …
2020 yılının temmuzuydu galiba.
Yine bir dost masasında karşılaştık.
Bizi tanıştırdılar.
Gülüştük, “Biz tanışıyoruz” dedik.
Söyleşmeye başladık.
Konu konuyu açtı, ben “Üstat, okuttuğunuz çocuk sayısı ne oldu?” deyince; birden ciddileşti. “Bunlar bu masalarda konuşulacak, dillendirilecek konular değil” deyip, kestirip, attı.
Bozulmuştum ama o an gözümde, çok daha fazla büyümüştü.
Özür diledim.
Ama onun canı sıkılmıştı.
Bir süre sonra da izin isteyip kalktı.
O gidince müşterek dostlar, “…Yaptığı hayır işlerinin konuşulmasından hoşlanmaz…” deyip, öyle şeyler anlattılar ki; “Bu zamanda böyle insanlar var mı hâlâ?” deyip, yaşaran gözlerimi ellerimle kapattığımı anımsıyorum.
… …
O gün orada yaşananların soğumasını bekledim ve kendisini arayıp, yemeğe davet ettim.
“Memnuniyetle, yalnız bir şartım var, siz benim davetlim olursanız…” dedi.
Ertesi gün için randevulaşıp, buluştuk.
Hiç unutmam o günü.
Öyle şeyler konuşmuşuz ki, zamanın nasıl geçtiğini, ne yiyip, ne içtiğimizi bile anımsamıyorum. Restoran sahibinin uyarısıyla zamanın ayırdına varıp, kalktık. Saat gecenin biri olmuş, restoranda bizden başka kimse kalmamıştı.
O birlikteliğimizde asıl mesleğinin Makine Yüksek Mühendisliği olduğunu, Berlin Teknik Üniversitesi’nden mezun olduğunu, aynı üniversitede iki yıl asistan olarak çalıştığını öğrendim.
Kabına sığamayan bir yapısı vardı.
Makine mühendisliği yetmemiş; önce gayrimenkul yatırım alanına yatırım yapmış, o alandaki faaliyetini sürdürürken bu kez de Doğu Almanya’da et entegre tesislerini satın alarak gıda sektörüne girmişti.
Ama gönlü turizmdeydi. Turizm alanına el atarak ülkesine olan borcunu ödemek istiyordu.
Jet Touristic Poland şirketini kurarak, Polonyalıları Türkiye’ye ilk getiren turizmci olduğunu anlattı uzun uzun…
Sevmişti turizm işini. Sun Ekspres firmasının Polonya Uçuşları Temsilciliği’ni almasını anlattı.
Sonra “Ve” diye başladı söze…
“Ve Alanya…” derken gözleri buğulandı.
Alanya sevdasını anlattı uzun uzun.
“Elimde değil, seviyorum bu toprakları…” derken, gözleri ışıl ışıldı.
“Şu saatten sonra benim için para pul önemli değil, varımla, yoğumla Alanya için çalışacağım. Tek bir emelim var; ‘Bu topraklardan bir Turizmci Ekmel Akdeniz geçti…’ dedirtmek” demişti.
Benden karşı bir yanıt bekliyordu.
O gün kendisini uyarma adına benim de ona söyleyeceğim, pek çok şey vardı ama o müthiş heyecanını ve coşkusunu kırmak istememiştim.
Ona sadece, ‘Tanrı yardımcın olsun” dediğimi anımsıyorum.
O günden sonra zaman zaman telefonlaştık, ama uzun süre karşılıklı hiç görüş(e)medik
Ben bu süre içinde, ortak arkadaşlarımız kanalıyla izledim onu.
Hayran olduğum hayırseverliğini katlayarak sürdürüyordu.
* * *
Geçtiğimiz hafta başında beni aradı.
Buluştuk.
Sıkıntılı bir hali vardı.
“Duymuşsundur…” diye söze başladı.
25 yıldır Alanya turizmine hizmet veren Kestel’deki Sunset Beach Otel’i satın aldığını ama açamadığını…” anlattı.
“Nedenini biliyor musun?” diye sordu.
“Biliyorum…” dedim ve ekledim; “Sadece ben değil, tüm Alanya biliyor ve her yerde bu konuşuluyor…”
Donup kaldı.
Tepkisizliğime şaşırmıştı.
“Pekii, ne öneriyorsun?” dedi, umutsuzca.
“Sabır…” dedim, sabır…
“İlkelerinden ödün vermeden, sabır öneriyorum…”
Başını önüne eğdi; “O ki tüm Alanya bu konuyu biliyor ve bunu konuşuyor, o zaman bana da susup, sabretmek düşüyor…” dedi.
Kalktı.
Elimi sıktı ve gitti.

* * *

Üççeyrek asrı devirmiş yukarıdaki satırların yaşlı ama deneyimli bir yazarı olarak, yeri gelmişken benim de orta yere bir sözüm var.
Bankacılık ve normal yaşamımın her evresinde hep gözü kara çalıştım ve yaşadım.. Bankalarımın genel müdürlükleri ve müfettişleriyle papaz olma pahasına; inandığım konularda genelge menelge takmadan limit üstü kredi dağıttım. Verdiğim kredilerin tümü de geri döndü. (Sözün özü, tek bir kuruş kredi batırmadım.)
Ama hiçbir zaman harama uçkur çözmediğim; çocuklarımın boğazından da tek bir kuruş haram lokma geçirmediğim için; görev yaptığım ve bulunduğum tüm yörelerde, alnım hep ak dolaştım ve dolaşıyorum.
Demem o ki; şu ölümlü dünyada, yaşadığın yörede, insanların gözlerinden gözlerini kaçırmadan, alnı ak bir şekilde, göğsünü gere gere dolaşmaktan, daha güzel ve daha onurlu hiç bir şey yoktur; onu bilir, onu söylerim…