Büyüdük mü? Âşık olacak kadar mesela. Acı çekecek kadar… O, acılarını en derine gömecek kadar… Sonra hayata yeniden tutunup, tekrar sevebilecek kadar? Geçmiş ve gelecek arasında savrulup duran anılarımız, içimizin kıpır kıpır olma...

Büyüdük mü? Âşık olacak kadar mesela. Acı çekecek kadar… O, acılarını en derine gömecek kadar… Sonra hayata yeniden tutunup, tekrar sevebilecek kadar? Geçmiş ve gelecek arasında savrulup duran anılarımız, içimizin kıpır kıpır olma sebepleri, ufak şeylerin bizde büyük mutluluklar uyandırması ve kocaman mimikli gülüşlerimiz…
Kimileri erken başlar, hayata karşı mücadele etmeye. Kimilerine göre olgun olmak, büyük olmaktan daha caziptir. Okuldu, işti, evlilikti derken hayat; sürekli bir koşuşturmacanın içerisinde akıp gider. Bize düşense o koşuşturmacadan her zaman 'Galip' çıkmaktır, en azından galip çıkmaya çalışmak... Küçük, büyük fark etmeksizin acı çekmeyenimiz yoktur, bu hayatta. Öyle ya da böyle sınanır, insanoğlu. Öyle anlar gelir ki insan kendini tanıyamaz. Anlamlandıramaz olur, aynadaki yansımasını. Donuk dudaklar, solgun bir yüz, heyecansız ve sadece damarlara kan pompalayan bir kalp, karanlık, çıkışı olmayan bir hapishaneye benzeyen bir beden, karamsar bir ruh… Acıların mevsim değiştirmesi gerektiğine inanarak bir rüzgâra kapılıp oradan oraya sürüklenmeye başlayan emsalsiz, değişik bir insan modeli... Doğru ya da yanlış… Yaşadıklarımızın verdiği buruk tecrübelerle daha mesafeli olmayı öğreniyoruz, şüphesiz.
Aslında bakıyorum da hepimizin dilinde aynı cümle, 'Hiç büyümeseydik keşke…'. Peki, suç gerçekten büyümekte mi; yoksa yaşımızla paralel büyüyemeyen ruhumuzda mı? Ya da gerçekten bir suç var mı ortada? Ruhumuz, hep o küçük çocukta gizlenmiş, sanki hala geçmişin izlerini taşıyan asma bahçenin tahtadan yapılma salıncağında sallanıyor gibiyiz... Sayıların olmadığı, fiyatların bilinmediği, muhakeme denen şeyin henüz keşfedilmediği yıllarda gibiyiz, sanki. Sorun tam da orada. Evet, evet. Biz büyüdükçe tartmayı, biçmeyi dahası kıyaslamayı öğrendik. Öğrendikçe büyüdük sandık, büyüdükçe zırhlar ördük dört yanımıza. Sandık ki ne kadar güçlü olursa zırhımız, o kadar güvende oluruz. Sandık ki güçlenirse zırhımız hiç kimse kıramaz bizi, yıllara meydan okuyan bir çınar gibi dimdik ayakta oluruz. Eğer robot gibi yaşayabilirsek, hislerimizi saklayabilirsek en güçlüsü biz oluruz, sandık. Oysa küçükken öyle miydik? İstemiyorsak düşünmezdik hiçbir şeyi, düşündüremezdi hiçbir kuvvet. Canımız sıkılırdı, küçük şeyler için büyük gözyaşları dökerdik belki de; ama rengârenk külah dondurmamızdan bir ısırık aldığımızda ayaklarımız yerden kesilir, adeta mutluluktan dans eder hale gelirdik. Birini sevdiysek tüm yüreğimizi açardık ardına kadar, ürkütmezdi çok fazla tanımamış olmak; inanır, bağlanır ve vazgeçmezdik. Ne kadar sesli güldüğümüz, sesli konuştuğumuz veyahut avaz avaz hıçkırdığımız zerre kadar ilgilendirmezdi, bizi. Ağlamak mı istiyoruz kimse durduramazdı akan gözyaşlarımızı, dans etmek mi istiyoruz ayaklarımız yerden kesilir, gökyüzünden bir kaydırakla kayıyormuş gibi olurduk. Mutluyduk; pembe yanaklı bez bebeklerimiz vardı; uzun saçlı eline bastın mı ses çıkaran pırasa bebekten tutun da saçı örgülü olanından, oturan tombul, çilli, beyaz suratlı, turuncu saçlı lahana bebeğe kadar… Bazen çizgi oynardık yere tebeşirle kareler çizerek, bazen 'Aç kapıyı bezirgân başı', 'Yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş ben satarım…' diyerek hep bir ağızdan, çemberin etrafında şarkı söyleyerek dönen ve ardından mendili hiç kimsenin bilmediği birinin arkasına koyan o minik çocuklardan herhangi biriydik işte… Mutluyduk, umutlu… Yarınlara dair tonla hayal vardı kafamızın içerisinde, her gün değişerek yenilenen… Küçük şeyler için gözyaşı dökerdik, istediğimiz bir şey olmayınca çığlıklar atar, aldırana kadar ağlardık belki; ama çabuk unuturduk, kinci değildik. Kötü şeylere odaklanmazdı beynimiz, samimi ve yapıcıydık. Tamiri çabuk olurdu gönlümüzün.
Şimdi ne oldu peki? Şimdi büyüdük. Eskisi gibi yavaş ilerlemiyor, yaşamımız. Bir saatin tik taklarının arasında mutlu mutsuz koşar adım yaşıyoruz hayatı, yaşayabildiğimiz kadar. Ertelediğimiz tonla şey, yitirdiğimiz onca güzellik, ardına saklandığımız pişmanlıklarımız var. Artık çok hızlandı, her şey. Hızlı yaşıyoruz, o kadar hızlı ki bazen yetişemiyor, ruhumuz bedenimize. Hayatın temposuna ayak uyduracağım diye bugünü, bugünün güzelliklerini kaçırıyoruz. Farklılık yaratmaya çabalarken biz olmaktan çıkıyor, başkalaşıyoruz. Hep bir yerlere yetişme çabasındayız sanki... Eteklerimizde bir yığın telaş, suratlarımız mutsuz ve düşüncelerimiz iç karartıcı… Çoğu zaman neye, nereye yetişmeye çalıştığımızı bilmeden telaşlanıyoruz… Evet, telaşla geçiştiriyoruz, her şeyi. Çoğu kez kafa salladığımız sözcükleri duymuyoruz bile. Tahammülümüz olmuyor, bir sonraki cümleye. Zor geliyor çoğu zaman, anlamaya çalışmak. Her şeyi tartıyoruz, ayrıntıların altında yatanları öğrenmek, bilmek istiyor, kurcalıyoruz. Büyümenin rakamlarla konuşmak olduğunu öğreneli o kadar uzun zaman oldu ki artık her şeyi tartıyoruz. Sanki o tertemiz hisler, pırıl pırıl duygular Yeşilçam Filmlerinde kaldı. Anlamak, hissetmek yaralar oldu… Tartar olduk; kahkahalarımızı da'Seni seviyorum'larımız gibi... Artık daha desturlu gülüyoruz sanki hatta bazen görünmesin diye elimizle ağzımızı kapatıyoruz. Artık herkesin içinde hatta mümkünse insan içinde ağlamıyoruz. Çok fazla insan da yok belki hayatımızda; ama zırhımız, o sapasağlam. Biz büyüdük, kocaman bedenlerimizde, çepeçevre zırhımızın içinde küçücük ruhlarımızla yaşıyoruz. Ve biliyoruz ki mevsimler, 'Artık büyüdün' dese de bir yanımız hala çocuk, bir yanımız hep özlem dolu…