OBAMA'NIN, daha Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerika'dayken dile getirdiği 'Türkiye'deki basın özgürlüğü ve demokrasiye ilişkin sorunlardan rahatsızım” sözleri, giderek yükselttiği eleştiri dozunun son noktasıydı. Aynı...
OBAMA'NIN,
daha Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerika’dayken dile getirdiği “Türkiye’deki basın özgürlüğü ve demokrasiye ilişkin sorunlardan rahatsızım” sözleri, giderek yükselttiği eleştiri dozunun son noktasıydı.
Aynı hafta, eski Japonya Başbakanı Naoto Kan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a nükleer enerjiyi önerdiği için pişman olduğunu söylüyordu. Almanya, hazırlanan Erdoğan klibi ve sonrasındaki Der Spiegel’in kapağı ile koroya katıldı. Son hamle hiç beklenmeyen bir yerden geldi. Avrupa Parlamentosu Başkanı Schultz, “Sığınmacı krizinde işbirliği yapıyoruz diye Türkiye’deki temel hakların ihlaline sessiz kalamayız” dedi…
Cumhurbaşkanı Erdoğan 16 Mart’taki muhtarlar toplantısında, “Ben gidersem yıkılır” diyerek bir anlamda kendisini devlet ile özdeşleştirmişti. Oysa Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Obama’nın eleştiri dolu sözleri için, “Onlar Cumhurbaşkanına değil, Türkiye’ye” diyerek tekrar devletle otoriteyi ayırdı!
Türkiye, değerli ya da değersiz, inanılmaz bir yalnızlığa sürükleniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan Amanpour ile CNN’de yaptığı söyleşide, “Batı bizi yalnız bıraktı” diye yakınıyor. Hemen ertesinde söylediği “Biz Müslümanlar olarak zor ve sancılı bir dönemden geçiyoruz” sözlerindeki “biz” kelimesi, reisi olduğu Türkiye cumhurunu mu, yoksa liderliğine soyunduğu Müslüman dünyasını mı içeriyor, onu bilemiyoruz…
Totaliter liderlerle yönetilen ülkelerde, örneğin İspanya’da Franco, içerde kanlı savaşlarla halkı birbirine vurdurtmuş, sonra da bütün dünya bize düşman paranoyası ile ülkenin kırk yıl boyunca dünya ile ilişkisini kesmişti. İspanya’nın yaşadığı kabustan kurtulmasında, 1960’larda gelişen turizm de rol oynayacaktı.
Son Ermenistan-Azerbaycan gerginliğiyle ülkemizin sınırlarındaki ateş harlanıyor. İçerde ise PKK terörünün yükselttiği bir çatışma yaşanıyor. Öyle bir çatışma ki, kanla yazılmış misak-ı milli sınırlarının korunmasına yönelik olduğu zannedilirken, kişisel bir hedef için gerekli kitlenin desteğinin sağlanabilmesine hizmet ettiği hala anlaşılamayan… İnsan yaşamının “misl” denen, cansız bir değiş tokuş ölçüsüne indirgendiği; ölümlerin sıradanlaştığı, kanıksatıldığı kirli günler…
Sıcak çatışmalardan çok uzaklarda olduğu var sayılan Alanya’da ise, turizm ve emlak gelirlerinin şekillendirdiği bir ekonomide kullanılan niteliksiz genç iş gücü var. Şehitlerin acısı halkın duyarlılığını haklı olarak yükseltiyor. Batı ülkelerinin uyarı niteliğindeki açıklamaları ya da turist göndermeyerek kestikleri cezalar, siyasi iktidarın da yönlendirmesiyle milliyetçi duyguların taşarak bir ortak düşman arayışına neden olabiliyor. Köşe başlarında ise bu kitleyi provoke etmeye hazır olanlar bekliyor…
Turizmdeki kriz nedeniyle eski işine kavuşamayan genç, patronuna; çarşı esnafı, hemen yanındaki bir başka etnik guruptaki komşusuna; daha varsıl olduğunu bildiği şehrin bir başka sosyal sınıfına ya da işini alan mülteciye iyi duygularla bakmayabilecek. Daha da kötüsü, belki de karşılaştığı her yabancıdan, ülkemizin dış dünyadan izole edilmesinin suçlusu onlarmış gibi hıncını almaya kalkabilecek. Tıpkı Sabiha Gökçen havalimanındaki güvenlik görevlisi kadının, kendisinden daha güzel ve frapan olan İranlı genç kadınları, “Yallah habibi!” diyerek aşağılamaya çalışması gibi…
Nefret ekilip, düşmanlığın biçildiği bu günlerde, “Kızım sana söylüyorum” diyeceğim, biliyorum duyan olamayacak; bari şöyle sesleneyim: “Evdeki bizim gelinler, siz anlayın; işler kötüye gidiyor!”…