ALKÜ hastanesindeki sorunlar COVID-19 salgınıyla birlikte iyice görünür olmuştu. Yaşananlar iki boyutta değerlendirilmeliydi: İlki, AKP’nin iflas etmekte olan sağlık politikası; diğeri ise, Alanya’daki kurumların hizmet etme şeklinin siyasete göbekten bağımlılığı. İkincisinden başlarsak…

Bildiğimiz gibi ülkede seçim kokusu var. Her koltuk sahibi, canhıraş bir şekilde halkına ne denli hizmet ettiğini duyurabilme derdine düştü. “Suyuna tirit” sayılabilecek olanlarından tutun da, uzun geleceğe tarihlenen projelere kadar hepsinin ala ve vala ile reklamı yapılıyor. Bunun için de yerel basın pek güzel kullanılıyor.

Devletin resmi kurumlarında ise hizmet konusunda geçmişe göre bir farklılık yaşanıyor. Artık devleti temsil eden herhangi bir resmi kurumun Alanya’daki sorumlusunun esamisi okunmuyor. Bunun yerine, ülkeyi yöneten siyasi rejimin ilçedeki temsilcilerine, gelişmiş demokrasilerde hiç yeri olmadığı şekilde bir “parti devleti sözcüsü” olarak her hizmeti üstlenmesi görevi veriliyor.

Sözcüler, şahıs zamirleri yani “Ben” ve “Biz” i kullanarak söylem geliştiriyor. Koskoca devlet onların ve partilerinin şahıslarında eriyor. Doğal gazı, otoyolu, içme suyunu “getiriyorlar!”. Böylece bu hizmetlerin yokluğu ya da aksamasında bir himmet makamı olarak anılıyorlar. Halk direkt onlardan yardım talep ediyor. Karşılıklı bir rıza oluşturuluyor.

Devletin içinde bulunduğu tapu dairesi, göçmen idaresi, kamu bankaları kredi işlemleri; orman, taş ocağı, dere yatağı tahsis alanları gibi sayısız konuda onların ağırlığı hissediliyor. Eskinin, trafikte kendisini durduran memuru sürdürme ya da Tosmurlu dolmuşçuyu karakoldan alma naifliğindeki görevleri artık geride kaldı…

ALKÜ Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yaşananlar ise, hem hâkim siyasetin bu kurumu yozlaştırması hem de AKP sağlık politikasının çökmesi sonucu oluşmuştur. Şöyle ki: Hastane bir “çok başlılığın” sıkıntısını çekmektedir. Alanya’daki birçok devlet yatırımı gibi göç yolda düzülmüş, bir eğitim ve araştırma hastanesi olarak hizmet vermekteyken, YÖK’e bağlı atamalarla gelen kadrolarca yönetilmeye başlamıştır.

Her kademesinde toplam 1200 çalışanı olan kurumda, alt yapı hizmeti verenler Sağlık Bakanlığı’na bağlıyken, üniversite yönetimi tayinle gelen sözleşmeli akademisyenlerce yürütülmektedir. Liyakate bakmaksızın, siyasetin bilfiil katkısıyla yapıldığı söylenen atamalarda, Başkent Hastanesi ya da Isparta Üniversitesi akademisyen kliklerinin etkinliğinden bahsedilmektedir. Egemen siyasetin yol verdiği “yönetici kadro”, içlerinde mobbing yani psikolojik baskı da olmak üzere her türlü yöntem ile çatışmayı sürdürmektedir.

Bir başka önemli konu SSK’nın son yedi sekiz yıldır hastaneye yaptığı ödemelerde zam yapmamasıdır. Bu, AKP’nin sağlıkta başarı diye dillendirdiği öykünün bir parçası olan “performansa dayalı ek ödeme sistemi”nin çökmesine neden olmaktadır. Zaten böyle bir uygulama ile ahlaki olmayan bir yarışmanın içine sokulan hekim, kazancının düşmesi ile de iyice mutsuz olmuştur. YÖK’ten gelen akademisyenlerin kazançlarından tutun da, diğer personel ile ilişkilerine kadar her şey sorgulanır olmuştur.

Bu huzursuzluk, COVID-19 sürecinde olağanüstü özveriyle çalışan yoğun bakım ünitesinde yoğunlaşmıştır. Bir yandan salgınla savaşılırken diğer yandan performans için hasta yatışı, döner sermaye hak edişi, nöbet yazımı, ozon tedavisinden ücret alımı şikâyetleri, kaybolan oksijen tankı, boruların yetersizliğinin anlaşılması, bunun üzerine alınan ses kayıtları gibi sorunlar koskoca bir sağlık ordusunu birbirine düşürmeye yetmiştir.

Sonuç: Henüz bir kent örgüsüne kavuşamamış Alanya’da siyaset, tapu dairesini nasıl yönetiyorsa üniversite hastanesinde de benzer yöntemi uygulamaktadır. Ama örneğin tapu dairesindeki mobbing ya da yolsuzluk varsılın kazancını ilgilendirirken, hastanede ya da genel olarak sağlık sisteminde yaşananlar yoksul halkı etkilemektedir ve bunun bir siyasi sonucu da olmalıdır. Olacaktır…