96 senesi, vatani görevimizi yapmak için askere gittik. Erzincan'dayız, mevsim kış. Yerde en az 2 metre kar var, hava ayaz mı ayaz, acemi er eğitimi ise gece gündüz tüm hızıyla devam ediyor. Askeri tabirle,
96
senesi, vatani görevimizi yapmak için askere gittik.
Erzincan'dayız, mevsim kış.
Yerde en az 2 metre kar var, hava ayaz mı ayaz, acemi er eğitimi ise gece gündüz tüm hızıyla devam ediyor.
Askeri tabirle, "arazi" olmak için herkes fırsat kolluyor.
O zamanlar bilgisayar sadece holdinglerde falan kullanılabiliyor. Serde gazetecilik, dolayısıyla daktiloyu iyi kullanmak var ya, direkt "Gel bakalım Antepli, bundan sonra sen yazıcısın" deyip, sabah akşam gürül gürül soba yanan, su ısıtıcısı olduğu için, "çayını kahveni kantinden kendin satın almak kaydıyla", canın ne zaman isterse çay kahve içebildiğin, radyosu bile olan bir odaya koydular bizi, ki, bilen bilir, bunlar asker ocağında büyük nimettir.
Asker ve subayların nöbet çizelgesi, Alay Komutanlığı ile yazışmalar falan derken, "Oh be, askerlik öyle korkuttukları gibi de değilmiş" dedim içimden.
Kafa dengi bir iki arkadaş da bulunca, güzel bir acemilik dönemi geçirmeye başladım.
Tabi herkes bizim kadar şanslı değildi.
Kutsal yazıcı odasının buğulu camından bazen çaktırmadan dışarı bakıyorduk, bizim gibi şanslı olmayan devre arkadaşlarımız sabah akşam karın içinde tüfekli tüfeksiz hareketler yapıyor, koşuyor, sürünüyordu.
Soğuktan titreyen de vardı, mesai bitip subaylar lojmanlarına çekilince, eşinin, nişanlısının, bebeğinin falan fotoğrafını cebinden çıkarıp, bir köşeye çekilip ağlayan da.
Derken bir gün, bize en az 30 kilometre uzaklıktaki Alay Komutanlığı'nda, "yeni yapılan bir binanın demir iskeletinin kaynak makinesiyle sağlamlaştırılması işi" gündeme geldi.
Alay'dan gelen "acil" kodlu bir yazıda, "Bölüğünüzde, sivilde kaynakçılık yapan ne kadar er varsa yarın Alay Komutanlığı'na gönderilmesine..." deyince hemen acemi askerlere tebligat yapıldı.
Üstelik, bahse konu işin en az 15 gün süreceği, bu süre zarfında nöbet tutmayacakları, eğitime katılmayacakları, içtimaya dahi çıkmayacakları belirtiliyordu.
Hiç unutmam, biri Uşaklı diğeri Artvinli iki acemi asker, "Biz kaynaktan anlarız, sivildeki mesleğimiz buydu" deyip öne atladı.
Sonra bu ikisi bir kamyonete bindirildiler, gözden kayboldular. Ta ki 2 gün sonrasına dek.
2 gün sonra, ikisinin de gözlerine yarımşar patates bağlanmış, kollarında ikişer askerle ve aynı kamyonetle bölüğe geri döndüler.
Yanlarına gittik, "Ne oldu? Hani iş 15 gün sürecekti, niye 2 günde geri döndünüz?" dedik, ve acı gerçeği orada öğrendik.
Meğer, kaynakçılıktan zerre kadar anlamıyorlarmış.
Meğer, sırf zorlu eğitimlerden kaçmak ve gece yarısı eksi bilmem kaçlarda nöbet tutmamak için "Anlıyoruz" demişler ve üstelik kaynak yaparken maske de kullanmamışlar.
Acemi dönemi bitene kadar gözlerinde patatesle dolaştılar ve sanıyorum 2 gün boyunca sürekli kor ateşe baktıkları için her ikisinin de gözlerinde kalıcı görme kaybı oluştu.
O gün bir kez daha anladım, insanın üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmaması gerektiğini.
Ama serde gazetecilik var, yapamam.
İşte küçük manifestom.
Ey sevgili, bu şehri resmi veya sivil, koltuk veya para gücüyle yöneten kıymetli büyüklerim, değerli abilerim, ablalarım.
Gözümde patatesle dolaşma pahasına, üzerime vazife olmayan işlere burnumu sokmaya, köşe yazısı yazıp sizleri tacize devam edeceğim.
Saygılarımla arz ederim...