Mesleğe başladığımız ilk yıllar, eş, dost hal hatır uğruna bir karalayıver de işimizi görelim derlerdi. Öyle ya. İki çiziktirmenin kalem kağıt masrafından başka, sermayesi nedir ki? Elbette kıramazsınız ama birkaç yıl sonra o çiziktirdiğiniz...

Mesleğe başladığımız ilk yıllar, eş, dost hal hatır uğruna bir karalayıver de işimizi görelim derlerdi. Öyle ya. İki çiziktirmenin kalem kağıt masrafından başka, sermayesi nedir ki? Elbette kıramazsınız ama birkaç yıl sonra o çiziktirdiğiniz karşınıza han ham olarak çıkıverir. Emeğinize mi, saflığınıza mı yanar durursunuz! Kazma kürek sallamadıkça iki çiziktirmek mimarın eline mi yapışırdı! Bir zamanlar bir belediye başkanı sorunlu bir işi “kağıt kalem” masrafına yaptırdım diye kendini savunmuştu. Angarya yaptırılan işin kalitesi de ona göredir. Angarya, bir anlamda emek gaspıdır. Emeğin adı da yok KDV’si de yok, zaten kağıt da kalem de kırtasiyecilerde bedava! Angarya en çok da dini yapılar için gelir. Ortada; ne bir plan, ne bir program vardır. İhtiyaç ve imkanlar da belli değildir. Osmanlının Mimar Sinan’a verdiği büyük gücün kendisine de sağlandığı hayaliyle ve Sinan’dan daha iyi bir iş çıkarma umuduyla etüdlere başlarsınız. Sonuç hüsrandır. Diyanet İşleri Başkanı mimarları kolayca eleştirerek son yıllarda yapılan camilerin yalan yanlış yapılar olduğu gerçeğini ağzından kaçırıveriyor. Çoğu Bakanlıklardan daha fazla bütçeye sahip Başkan; bir mezhep liderliğinden çok tüm Müslümanları kucaklayarak “bundan böyle dini yapıların proje bedellerini üstleniyorum” dese ve sonuçlarını izlese; daha hayırlı işlere imza attığını görecektir. Mimarın angaryası biter mi hiç? Yıl 1975, yer Tunçbilek; meslektaşım çok sevdiğim rahmetli amirimin ricasıyla polis evi yapmam istendi. 2 kat lojman, zemin idari ofisler, bodrum nezarethane olacak dendi. Çalışmaları tamamladığımda komisere projeyi bodrumdan başlayarak anlatmak istedim. Küp gibi patlayıverdi; vay beyim suçluya konak yapsaydın bari diye çıkıştı. Tuvalet, banyo da neymiş; biz doldururuz 20 kişiyi bir deliğe, oturacak yer bulamazlar, olduğu yere de su koyuverirler. Anlayacağınız bana tabutluk yaptırmak istiyordu. Çalışmalarımı kaptığım gibi dışarı kaçtım. Amirim akşam masada dalga geçiyordu “demek okulda size tabutluk nasıl yapılır öğretmediler”! Yıl 1981, yer Muğla Yatağan; rejim 12 Eylül… Ata’nın 100. Doğum yıldönümü, Türkiye’nin her yerinde çeşitli etkinliklerle anılması istenmiş. İlçede kurulan komisyona beni de almışlar. Yaklaşık 20 kişi kaymakam başkanlığında neler yapılabileceğini tartışmaya başladı. En son benim fikrim soruldu. TKİ yöredeki antik kent Stratnikea’da hafriyat yapıyor. Kurtarma çalışmalarına katılalım ve bir müze yapalım diye önerdim. Kaymakam sinirle “kardeşim mesleğinle ilgili ne biliyorsan ondan bahset. Türkiye’nin her yeri tarihi taş” diye beni azarladı. Sonra gözleri ışıldayarak ve Arşimed gibi eureka, eureka (buldum, buldum) dedi. Bir heykel yapalım. Herkes olur yapalım dedi. Yatağan’ını nesi meşhur? Nesi? Devesi… Sonra kömürü meşhur… Doğru, sonra tütünü, bir de zeytini meşhur. Böyle bir heykel yapalım, Ata’nın bir sözünü de kenarına iliştiriverelim. Yatağan protokolu ile akşam yemeğinde buluştuk. Ağustos akşamı, gökyüzü pırıl, pırıl. Ben sıkıntıdan patlarken herkes Bodrum mimarisi ve beyaz renkli evlerle ilgili tartışmaya başladı. Kimse, kimseyi dinlemiyor ama tartışma uzadıkça uzuyordu. Birisi; birden masada bir mimar var onun da fikrini alalım dedi. Herkes bana bakarken ben; Bodrum mimarisi diye bir mimari yoktur, zaten beyaz da renk değildir dedim. İçimden bir aferin ve bir de oh çektim. Keçinin sumağa ettiğini sumak da keçiye etmişti. Gençlere angaryayla uğraşmamalarını öneriyorum…