Yaşadığımız süreci galiba en iyi bu tümce anlatıyor... Yaşam pahalılığı 2021 yılı Eylül ayında kendisini iyice göstermeye başlamıştı. Ardından gelen, tanrı buyruğu ile gerekçelendirilen mevduat faizi indirimi ve sonrasındaki korkunç döviz fiyatı artışları piyasaları allak bullak etmişti. İğneden ipliğe gelen zamlar ile Anadolu insanı birkaç gün içinde yoksullaştı.
31 Aralık akşamı açıklanan yüzde 127’lik elektrik zammının yapacağı yıkımın anlaşılması ise, nedense biraz zaman aldı. Şubat ayı başında “eline gelen” elektrik faturalarıyla halk olayı kavradı. Aynı hizmeti eski geliri ile elde edemediğini yani yoksulluğu net olarak tatmıştı; bir anlamıyla “ölümü görmüştü….”
Halk yoksullaşmasını en azından sokakta dillendirirken, iktidarın her kademedeki, her sosyal sınıftaki yancısı gelen zamlar ve yaşam pahalılığından utangaçça yakınmayı yeterli buluyordu. Bunun üzerine “sıtmaya razı etme” operasyonları gelmeye başladı. Cumhurbaşkanının inayeti ile küçük indirimler başladı.
Bu yöntem Türkiye’ye özgü değildi. Kanadalı gazeteci ve yazar Naomi Klein “Felaket Kapitalizminin Yükselişi” isimli kitabında “Şok Doktrini” nden bahsetmekteydi. Klein’e göre totaliter iktidarların uyguladığı tutarsız, çelişkili ve çatışmalı olağanüstü dönemler bir karasızlığın sonucu değildi. Aksine planlı bir yoldu.
Sorunların ilk önce şok ataklarla dozu artırılacak, sonrasında parçalara ayrılarak derinleştirilmesi sağlanacak ve çözülmüş gibi yapılacaktı. Örneğin elektriğe yüzde 127 zam uygulanacak, ardından küçük iyileştirmeler yapılacaktı. Tıpkı, bir gece yarısı dövizin tepe yaptırılıp, sonra indirilerek sabit tutulması gibi…
Klein kitabında, ABD Başkanı Nixon’un dönemin CIA Başkanına, Şili’deki sosyalist iktidarı engellemek için bu ülke ekonomisine “çığlık attırması!” talimatını verdiğini yazmaktadır. Böylece “çelişkiler içinde hareket eden bir politika bütünlüğü” sağlanacaktı. Aynı ülkemizde yaşadıklarımız gibi…
Türkiye’yi yöneten siyasi iktidar tüm propaganda aygıtlarıyla bir yandan iyileştirmeleri yani “sıtmaya rızayı” sunarken, diğer yönden karşı atakla zamları savunuyordu. Cumhurbaşkanı, sosyal devlet tanımının tam zıddı bir şirket yönetimi mantığı ile, “ülkenin kazancından hep birlikte istifade ediliyorsa, külfetine de beraberce katlanılacağını” ifade ediyordu.
Ama öyle miydi? Ülkemizde bir gelir adaletinden bahsedilebilir miydi? Ülke kazancı eşit mi dağıtılmaktaydı ki, yaşananların ceremesi ortaklaşa çekilmeliydi? Yurttaşa, kar ve zarar hesaplarının ön plana alındığı “müşteri” gözüyle bakılıyordu. Devletin kasasının tamtakır bırakılması sonucu, kaldırılmak zorunda kalınan desteklemelerin anlatımında bile halka kaba davranılıyordu, sanki suçlu oymuş gibi…
Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ve laiklik ile sorunu olduğunu açıkça belirten siyasi iradenin, kendisine sonsuza kadar muhalefet edeceğini bildiği laik kentliyi yok etmek istediğini biliyorduk. Hedefine aldığı bu kitleyi ekonomik olarak çökertme uğraşısı, kazancı bilerek vergilendirilmeyen esnaf, zanaatkar, çiftçi ve sokaktaki lümpeni de etkilemekteydi.
İşin en acı yönü, gittikçe yoksullaşmasına rağmen tepkisiz kalan bu kesimin davranışıydı. Üretimden ve hizmetten gelen gücünü kendisini savunan eşitlikçi, adaletli bir siyasi oluşum altında korumak ve savunmak varken, komprador burjuvaziye hizmet ettiği bilinen sağcı oluşum ve köhnemiş liderlikler altında rejim savunuculuğu ısrarını sürdürmesiydi.
İşin özeti; yoksullaşmış halk kitlelerinin hangi sosyal sınıf altında olursa olsun, meslek örgütleri ve sivil oluşumlardan ziyade, onları tek çatı altında toplayacak demokratik siyasi partiler altında buluşturulması sağlanmalıdır. Onlara yaşadıkları çelişkinin sınıfsal olduğu anlatılıp, tek ses, tek yürek olunabilmesi için…