ASLINDA Millî Mücadelemiz, topyekûn bir inançlı ruhun mücadelesidir. Bu; Cenab-ı Hakk'ın vaat ettiği istiklal ve hürriyetin, inanarak ve doyasıya, iliklerine kadar hissettiği şehitlik mertebesini elde etmeye koşuşun adıdır. İnandıktan...
ASLINDA
Millî Mücadelemiz, topyekûn bir inançlı ruhun mücadelesidir. Bu; Cenab-ı Hakk’ın vaat ettiği istiklal ve hürriyetin, inanarak ve doyasıya, iliklerine kadar hissettiği şehitlik mertebesini elde etmeye koşuşun adıdır. İnandıktan sonra zaferin mutlak olduğu inanç ve azmin topyekûn ifadesidir. Türk Milleti’nin kendi varlık, şeref ve istiklali için inançla, imanla seferber olduğu, milletin her ferdinin kendi çap ve seviyesinde, kendine düşen görevi yaptığı bir mücadeledir. Memleketin her köşesinden, her bölgesinden, Batı Anadolu’nun bağrı yanık delikanlısının, Kastamonu’nun duygulu gelininin, Karadeniz’in kayıkçısının, Güneydoğu’nun esmer yiğidinin, Doğu Anadolu’nun çileli ve Ermeni zulmünü yaşamış halkının, Orta Anadolu’nun fedakâr erkek ve kadınının, efelerinin, zeybeklerinin müftülerinin, köy imamlarının, muallimlerinin cihana destan olmuş mücadelesinin adıdır. Kat’î olarak bilinen bir şey vardır; o da Türkiye Cumhuriyeti bu mücadelenin eseridir.
Mehmet Akif’e Millî Mücadele’nin ön saflarında yer aldıran kudret, onun inanç ve düşünce yapısıdır. Birinci dünya harbinden sonra memleketin bilfiil işkâl edilişini gören Mehmet Akif yollara düşmüştür. Çanakkale harbi esnasında yaşadığı ruh hali zaten bu hareketin habercisi idi. Berlin’de kaldığı günlerde, arkadaşı Ömer Lutfi Bey’in ifadesi ile her sabah kalktığında “Ömer Bey, bu Çanakkale’nin hali ne olacak" derdi. Endişelerini “Eyvah son istinatgâhımız da yıkılırsa ne olur” diye çocuklar gibi gözyaşı dökerek ifade ederdi. O inanırdı ki Bütün dünya toplanıp hücum etse Çanakkale susmaz! İşte onu yollara düşüren bu azmi ve inancı idi. Hiçbir zaman ümitsiz olmamıştır. Sakarya savaşları sırasında herkes Başkent’i Kayseri’ye taşıyalım derken, o bunu kabul etmemiş, kat’î zafere inanmıştı. İstiklal Marşımızda da bunu demez mi?
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Memleket sathını karış karış dolaşan Akif, ilk vaazını Balıkesir’de vermiştir. Besmeleden sonra “Allah ve melekler Peygamber’e salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyunuz.” (Ahzab,56) ayetini okuyarak söze başladı. Duadan sonra ilk beyti;
Cihan alt üst olurken, seyre baktın; öyle durdun da,
Bu gün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda
diye başlayan “Alınlar Terlemeli” adlı uzun şiirini okur. Şiir bittiğinde cemaatin hıçkırıklarına kendi gözyaşları karışır. Vaazında, Büyük davayı, Milli Mücadeleyi, istiklâl hakkı davasını anlatır. Karamsarlığın ve birlik ve beraberliği bozucu tavırların tehlikelerini anlatır. Vaazını şöyle bitirir:
“Cemaat içinde herkesin payına düşen bir vatan borcu, bir dini farz vardır ki onu yerine getirmede zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu hususta hiçbir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, namusumuzun mahramiyetini ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu alçak saldırıya karşı koymak kadın, erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar her fert için farz-ı ayın olduğu bir an bile hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu gün herkes gücünü göstermekle yükümlüdür. Anadolu’yu savunma yolunda diğer vilayetlere önayak olmak şerefini siz elde ettiniz. Gayret ve çabanız teşekküre değer. İnşaallah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saadeti, mutluluğu dünyalar durdukça dokunulmaz ve korunmuş olur.”
Akif vatan sathını dolaşarak, işgâl altındaki toprakların mutlaka düşmandan temizlenmesi inancını anlatır; bunun asla imkânsız olmadığını kürsülerden haykırır. Ümitsizliğin ve kurtuluş inancını kaybetmenin yok olmak manasına geldiğini anlatır. Onun Kastamonu vaazları, milletin uyanmasının ve uyanık kalmasının, ümitsizliğe ve düşman aldatmalarına kapılmamsının yegâne dinamiğidir. Millet onun vaazları ile umuda tutunmuş ve istiklal harbi bu inancın eseri olmuştur. Kastamonu vaazının bir kısmında şöyle der:
“Ey cemaat-i Müslimin! Milletler, topla, tüfekle, zırhlılarla, ordularla, uçaklarla yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın ‘Kale içinden alınır’ sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir kanun yoktur.”
Zamanın Konya, Biga, Düzce, Yozgat isyanları ve etnik problemlerin düşmanların oyunları olduğundan ve düşman hesabına çalışmak manasına geldiğinden bahsettikten sonra sözlerine şöyle devam eder:
“Allah rızası için aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak, elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta, bir karış bile yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı göçebilecek yer bulabilmişlerdi. Allah (c. c.) korusun biz böyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bile bulamayız.”
“Ey cemaat-i Müslimin! İşte düşmanın bizden istediği ne filan vilayet, ne filan sancaktır. Doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.” (DEVAM EDECEK)