1973 yılının ilk günleri, arkadaşım Mevlüt K. ile akşamları Alanya çarşı içinde dolaşırken uzun süredir ilgi ve dikkatimizi çeken bir ayakkabı boyacısının yanına uğrayıp ayakkabılarımızı boyatıyoruz. Fakir ve garip olduğu her...
1973 yılının ilk günleri, arkadaşım Mevlüt K. ile akşamları Alanya çarşı içinde dolaşırken uzun süredir ilgi ve dikkatimizi çeken bir ayakkabı boyacısının yanına uğrayıp ayakkabılarımızı boyatıyoruz.
Fakir ve garip olduğu her halinden belli olan bu boyacı genci her zaman elinde bir kitap veya gazete okurken görüyorduk, bundan dikkatimizi çekmişti.
Bir taraftan ayakkabılarımızı boyuyor, aynı anda bizimle konuşuyordu.
“Gençler hangi okula gidiyorsunuz?” diye sordu. Biz de “Alanya Lisesi” dedik. “Edebiyatınız iyi mi?” diye sordu, biz de “Fena değil” diye cevapladık.
İki eli de fırça ile çalışıyor, gülen gözleriyle bize “Fahriye Abla” şiirini okuyordu. Şiiri eksiksiz, noksansız ezbere okuduktan sonra bana döndü ve “Bu şiirin yazarı kim?” dedi. Ben de hiç düşünmeden “Orhan Veli” dedim. Başını iki yana salladı, “Bilemedin” dedi. Sonra Mevlüt’e sordu, o da “Cahit Sıtkı” dedi, boyacı “Yine bilemediniz” dedi. Sırayla aklımıza gelen şairleri sıralıyoruz: Ümit Yaşar, Bedri Rahmi, Cahit Külebi. Ama doğru cevap değildi. Kendisi bize doğru cevabı hatırlattı: Ahmet Muhip Dıranas.
Biraz da boyacının karşısında mahcup olma duygusuyla “Sen hangi okulda okudun?” dedik. “İlkokuldan terk” dedi.
Adının Hikmet olduğunu, Merzifon’dan geldiğini, fakirlikten dolayı okuyamadığını anlattı.
Onun karşısında mahcubiyet ve ezikliğimiz bir kat daha artmıştı.
Sonraki günlerde ara sıra Hikmet’in yanına uğramaya başladım. Daha çok edebiyat (Özellikle Cumhuriyet dönemi şairleri ile eserleri) ve nasıl geçimini sağladığı üzerine konuşuyorduk. Merzifon’dan gelmiş, şimdiki Cuma pazarının oralarda bir evin alt katında bir oda kiralamış, aylık 90 TL veriyordu. Sabah çayını demliyor, iki dilim ekmek, bir yumurta, öğlen 2 simit, bir çay (boya sandığının başında), akşam da Durali Usta’nın lokantasında bir bakla piyazı veya fasulye, bazen de arkasından tahin karması yiyordu, kısacası günlük 3 TL kira, 3,5-4 TL yemek için harcıyordu.
Normal ayakkabıyı 50 kuruşa, bot yada çizmeyi 2 TL’ye boyuyordu. Bazen 10, bazen 15, bazen 20 kişi geliyordu günlük ayakkabı boyatmaya. İşlerinin iyi olduğu günlerde akşamları Örnek Sineması’nın önünde, pasajın içinde TEKEL büfesi işleten Yılmaz Abi’den 2 bardak şarap veya 2 bira alıyor, (O günlerde Yılmaz Abi dar gelirlilere bardakla içki satıyordu) boya sandığını omzuna asıp, gülerek eve dönüyordu.
Haftasonları ise Hikmet, Kayhan Kırtasiye’ye uğruyor, kitap alıyordu. Genelde Varlık Yayınları’nı seçiyordu çünkü o kitaplar süslü püslü kağıtlara basılmadığından daha ekonomik oluyor, boyutları da fazla büyük olmadığından rahatlıkla ceketin cebine sığıyordu.
Bir müşterisi geldiği zaman Hikmet okuduğu kitabın sayfasını büküp cebine koyuyor, işi bitince çıkarıp kaldığı yerden devam ediyordu.
Bir keresinde bana “En çok sevdiğin şiir hangisi?” diye sormuştu, ben de “Faruk Nafiz’in Han Duvarları” dedim.
Ve o uzun şiiri ezberinden okumaya başladı, diksiyonu pek düzgün değildi ama şiiri eksiksiz, atlamadan okuyordu. Şiirin bir yerinde her zaman gülümseyen gözleri birden buğulandı, hüzünlendi. Şu satırları okuyordu:
“On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan, baba ocağından, yar kucağından,
Bir çiçek dermeden sevgi bağından, huduttan hududa atılmışım ben.
Gönlümü çekse de yarin hayali, aşmağa kudretim yetmez cibali,
Yolcuyum bir kuru yaprak misali, rüzgarın önüne katılmışım ben.
Sonra Hikmet, gülen yüzüyle okumaya devam etti, belli ki o satırlarda kendi hayatını anlatır gibiydi, yıllarca yüzündeki o ifadeyi unutmamıştım.
1974-1975 öğretim yılında üniversite için İzmir’e gittim, sömestrde Alanya’ya döndüğümde Hikmet’i görememiştim, her yerde anarşi ve terör yaşanmaya başlamış, özellikle akşamları yalnız dolaşmak riskli hale gelmişti.
Aradan yıllar geçti, 1993 yada 94 sezonunun son günlerinde otel personelimden Ercan B. ve Bilal A. Merzifon’a otobüs bileti almak için otogara gitmişlerdi. Onların Amasya’da yaşadığını bildiğimden “Neden Merzifon?” dedim. Oturdukları köy Merzifon’a çok yakınmış, onun için. Hemen aklıma bizim Hikmet geldi, Ercan’a ve Bilal’e uzun uzun Hikmet’i anlattım, tarif ettim, kısa boylu, çelimsiz, sürekli gülümseyen, sinema sanatçısı Sami Hazinses’e çok benzeyen birisi olduğunu, ayakkabı boyacılığı yaptığını ve şimdi 60’lı yaşlarda olması gerektiğini anlattım. “Çocuklar, Merzifon’a gidip bana bu adamı mutlaka bulun” dedim.
5 ay sonra yeni sezon açıldı, Ercan ve Bilal’e yine Hikmet’i sordum. “Abi çok aradık, o isimde birini bulduk ama tarife uymuyor ve Alanya’ya hiç gelmediğini söyledi” dediler. 2 yıl sonra personelimin düğünü için ben Amasya’ya gittim, tekrar bu konu açıldı, herhangi bir iz bulamadıklarını söylediler.
2009 yılının Nisan ayında yolum yine Amasya’ya düştü. 2 gece kaldıktan sonra Ankara’ya gitmek için otobüs bakıyordum. Ercan’dan Merzifon’a geçersem, daha kolay otobüs bulacağımı öğrendim, belki dedim Hikmet’in izini biraz da ben ararım diye Merzifon’a çalışan midibüslerin garajına gittik. Ayaküstü Ercan’la aynı konuyu konuşurken, midibüsün şoförü kulak kabartıp konuşmamıza girdi. “Beyim” dedi “Siz Merzifon’da kimi arıyorsunuz?” “Kaptan sen nerelisin?” deyince “Merzifonluyum” dedi. “Kaptan” dedim, “Adını bildiğim ama soyadını bilmediğim birini arıyorum, şimdi 70’li yaşlarda olmalı, bir süre Alanya da çalıştı, adı Hikmet’ti, ayakkabı boyacılığı yapıyordu, edebiyat ve şiirle çok ilgiliydi” diyerek tipini tarif ettim.
Dikkatlice beni dinleyen şoför “Ben bahsettiğiniz kişiyi tanıyorum” demez mi. Kısa bir şaşkınlık geçirdim ve sordum. “Nerede olduğunu biliyor musun?” dedim, “Biliyorum ama ne yapacaksınız?” dedi. “En azından biraz konuşur, biraz da yardım ederim” dedim.
Şoför başını iki yana salladı, “Konuşamazsınız” dedi.
Neden?
4 yada 5 ay oldu vefat edeli.
Şok oldum, ortalık sessizliğe büründü, üçümüz de konuşamıyorduk.
Şoförün gözlerinde Hikmet’in gülen yüzünü görüyor, kulaklarım Han Duvarları’nın dizeleriyle çınlıyordu:
“Hancı dedim; bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu,
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi hana sağ indi, ölü çıktı geçende.”
Sessizliği yine şoför bozdu, “Hadi beyim, binelim, gidiyoruz.” Ercan’la vedalaştım, garip duygular içindeydim.
Yolda şoförle sohbet ettik, 40 yıl sonra soyadının Elmas olduğunu, aslen Merzifonlu olmayıp, Erzurum’dan göçüp buraya yerleştiklerini anlattı.
“Alanya’ya gelişini biliyor musun?” dedim. “Evet” dedi, “O yıllarda burada işsizlik had safhadaydı, o da ekmek parası için yollara düşmüştü” dedi. “Peki bizim elemanlar neden onu bulamadılar?”
“Siz boyacı diye aramışsınız, o Alanya’dan geldikten sonra boyacılık yapmadı, gündelikçi olarak tarlalara yada inşaatlara gidiyordu, ne iş bulursa gidiyordu, boş vakitlerinde de bizim gazeteci Ahmet diye bir arkadaş var, yanında görüyordum, dediğiniz gibi fakir ama aydın biriydi, müthiş bir edebiyat merakı ve bilgisi vardı.”
Sonra Merzifon’dan ilk otobüse binip Ankara’ya geçtim, tam Hikmet’i buldum derken onun ölüm haberini almak kötü olmuştu.
Hikmet, peşini bırakmayan fakirlikten hiç kurtulamamıştı ama o okuduğu kitaplar, okuduğu şiirler ve bilgisiyle mutluluğu yakalamış, kimi insanlarda hayranlık uyandırmıştı.
İşte Cumhuriyet böyle bireyler yetiştirmişti, fakir de olsa umutlu, yoksul da olsa okuyan ve bilgili, çalmadan, çarpmadan bir boya sandığının arkasında, kimseye muhtaç olmadan, ömrünün bir bölümünü de Alanya’da geçiren.
Kimbilir Anadolu’da bilinmeyen nice Hikmet’ler vardır.
Bu insanlara saygı duymamak mümkün mü?