Şöyle upuzun bir aradan sonra yeniden karşınızdayım… Açıkçası, konuya nereden gireceğimi bile bilemedim. Çünkü bu süreçte malum, gündem bir gün bile durmadı. Her sabah yeni bir olayla, yeni bir sarsıntıyla uyanır olduk. Toplumsal yaşamımızda o kadar çok şey değişti, o kadar çok yara açıldı ki; her biri diğerinin üzerine eklenerek büyüyen bir travmalar zincirine dönüştü hayat. Artık öyle bir toplum olduk ki, insanların yüzündeki gülümseme yerini endişeye, gençlerin umutları yerini direnişe, yaşlıların sessizliği ise miting alanlarında yankılanan haykırışlara bıraktı.

Ve ister istemez soruyor insan kendine: “Biz nasıl bu hale geldik?”

O sorunun cevabı çok derin, çok katmanlı… Ama ben o derin kuyulara inmeyeceğim, çünkü malum bazı yerler hâlâ çok soğuk, çok dokunulmaz. Bu yüzden, eleştirimi “ayranım dökülmesincilere”, yani her şeyi görmezden gelip konfor alanında kalmayı seçenlere yönelteceğim. Şimdiden alınacak olan varsa alınsın, çünkü bazı gerçekler gerçekten acıtır.

Bugün sizlerle sosyolojik bir gözle Alanya’yı, canım memleketimi ve yeni dönem insan yapısını konuşmak istiyorum. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki; bir zamanlar “o güzel insanların o güzel atlara binip gittiği” o efsanevi diyar, şimdi demirin tuncuna, insanın cinsine kaldı adeta. Vefa artık sadece bir bozacı ismi… Oysa bir zamanlar dayanışmanın, yardımlaşmanın, güvenin, samimiyetin yaşadığı bir memlekettik biz. İnsan insanın yurduydu, kimse kimseye yabancı değildi. Şimdi ise sonradan görmeliğin, şovla yaşamanın, emek harcamadan ekmek yemenin olağanlaştığı bir düzenin içindeyiz.

Alanya’nın o eski sıcaklığı yerini önyargıya, kibre, “bak ben Alanyalıyım ha!” diye başlayan tehditkâr cümlelere bıraktı. Sanki kimse onlara ait olmadığını iddia etmiş gibi… Oysa kökleriyle övünmek başka, bu kökleri başkalarına karşı bir üstünlük silahı haline getirmek bambaşka bir şeydir. Yozlaşmanın zirve yaptığı, gösterişin erdemin önüne geçtiği bir topluma evrilmek acı verici. Kafalar hâlâ zehir gibi ama ne yazık ki o zeka, kişisel gelişim için değil; çıkar, dedikodu ve gösteriş için çalışıyor.

Dik duranların, kendini geliştirmeye çalışanların, emeğine güvenenlerin, kimseye muhtaç olmadan ayakta kalmaya çalışanların hor görüldüğü bir dönemdeyiz. Özellikle Y kuşağı size sesleniyorum: Önyargılarınızdan, “şov yaparak yaşama” alışkanlığınızdan, ailenizin ilmek ilmek işlediği emeği tüketmekten, “uyuyup uyanarak yaşamak” sandığınız o kısır döngüden çıkmanın zamanı gelmedi mi?

Unutmayın, öze dönmek sadece şalvar giyip boy göstermekle olmuyor. Kültür yaşanır, giyilmez.

Ve şimdi o çok tanıdık soru geliyor kulağıma:
“Sen kimsin? Sanki Alanyalısın…”

Evet, merhaba ben tam içinden, Saray Mahalleli ve Yörük oluşuyla her daim gurur duyan ve bu kültürden kopmadan yaşayan bir ailenin, mesleği gözleme dayanan öğretmen kızı.
Bu toprakların çocuğuyum, ne eksik ne fazla.

O yüzden söylüyorum; bu yazdıklarım bir eleştiri değil, bir aynadır aslında. Kim kendinde bir parça görüyorsa, alınsın. Çünkü boşuna dememişler: “Yarası olan gocunur.”