Sanki her gün birileri ya da bir şeyler elimizin altından akıp gidiyor, kayboluyor ve zamanla yok olmaya yüz tutuyor. Her ne kadar belli etmeyerek güçlü insan imajı çizmeye çalışsak da kendimizi kandıramıyoruz. Sadece onu düşünüyoruz, düşüncelerimize...
Sanki her gün birileri ya da bir şeyler elimizin altından akıp gidiyor, kayboluyor ve zamanla yok olmaya yüz tutuyor. Her ne kadar belli etmeyerek güçlü insan imajı çizmeye çalışsak da kendimizi kandıramıyoruz. Sadece onu düşünüyoruz, düşüncelerimize sıkı sıkı sarılıyoruz ve hayaller kuruyoruz, ucu bucağı olmayan, sonsuz maviliklere uzanan… İçimizdeki en sevgi dolu yan, sanki hiç gitmeyecek, sonsuza dek elimizi tutacakmış gibi bizi avuçları altına alıverir. İşte o an ne yaparsak yapalım dünya durmuş, boşa nefes alıp veriyormuşuz gibi hissederiz. Tüm benliğimizle benimsedik ya hani bir kere… Her koşulda onu görmek, onunla olmak, onunla nefes almak ve onu yaşamak istiyoruz; ama olmuyor, olduramıyoruz işte! İşte tam da o an da anında faturayı kendimize kesiveriyoruz. Nedense öylece takılıp kalıyoruz; gidenlere, terk edenlere, bizim gibi düşünmek istemeyenlere, bizimle yürümek istemeyenlere ya da hissetmek istemeyenlere… İşte hatayı tam da bu noktada yapıyoruz; çünkü ne karşımızda ki insan bir ‘biz’ ne de biz bir ‘o’ yuz. Aynı yollardan geçmedik ki, aynı suları içmedik ki, aynı suda yıkanmadık ki aynı şeyi bekleyip aynı hissedelim ya da aynı bakalım hayata.Maalesef kalplerimiz kırılıyor, oluyor bunlar. Olması da normal hani… Mesela kendimizi değersiz, özgüveni sıfır hissettiğimizde hiç sevilmediğimizi düşünüyoruz; hatta yeterince aklımızı kullanamadığımızı düşünerek olayın aslını farklı yerlerde arıyoruz. Kimilerimiz ‘Bu kadarına da pes doğrusu, üzerimde kara bir büyü ya da derin bir ah olmalı!’ diyerek yakınıyor; aşka, hayata, nefes almaya küsüyor, kapatıyor kapılarını sosyalliğe.
Birileri hayatımızdan çıkınca, sevdiğimiz insanlar bizi terk edince ya da bizi istemeyince günlerce emek verdiğimiz sevip saydığımız kişiler, bir anda kaybolabiliyorlar. Sonrası mı? Sonrası hemen yıkılan dünya, duran zaman, soluk bir yüz, pembe yanaklar, yaşlı bir çift göz ve kırmızı bir burun… İşte bu noktada da gözden kaçırdığımız bir şey var. Evet, birileri hayatımızdan çıkıp gidiyor bizi darmadağın bırakarak alt üst edip gidiyor, arkasına dahi bakmadan, umruna takmadan, eyvallahı olmadan, tıpkı bir zamanlar bizim bir başkasına yaptığımız gibi… Peki, şimdi soruyorum sizlere, gidenlerin yenisi gelmedi mi? Bir kapı kapanınca yenisi açılmadı mı? Tüm bu enkazın sonucunda arkamıza yaslanıp keyifle, ‘iyi ki de öyle olmuş, iyi ki bitmiş’ demedik mi? O zaman söyleyin bana, nedir bu ısrar? Neden bir şeylere takılıp ısrarla olduğumuz noktada sayıyoruz? Adımlarımız neden ilerlemiyor, niçin bu geçmiş ısrarı? Bırakalım gitsinler, akıp giden zaman gibi onlarda hayatımızdan geçip gitsinler. Zaten yenileri gelecektir, hem gelmese ne çıkar? Biz böyle de mutlu olabiliriz, olmalıyız da… Hayat bir kişiye bağlı yaşanmıyor ki yaşanmamalı da… Bırakalım akışına… Zamanı geldiğinde, hayırlı olan kişi elbet ki girecektir hayatımıza.
Üzülmek yok! Zaman zaman her ne kadar istemesek de kendimizi üzülürken bulacağız, kaçarı yok; ancak lütfen üzüleceksek de bunu kendimizi hırpalamadan ve de zarar vermeden gerçekleştirelim… Beynimizi ve benliğimizi daima iyiye, güzele odaklayıp pozitife adayarak yapalım bunu… Hayatın gerçeklerini unutmadan, hayatı olduğu gibi kabullenerek ve pek çok şeyi akışına bırakarak... Mutlu günler!