Hani diyor ya Yunus Emre;

     “Sular hep aktı geçti
     Kurudu vakti geçti
     Nice han, nice sultan
     Tahtı bıraktı geçti
     Dünya bir penceredir
     Her gelen baktı geçti.”

Şüphe yok ki, bu dünyaya her gelen tekrar ayrılmak için geliyor ve sonucunda “rolünü oynayıp” gidiyor. Bundan asla kaçış yok. Ancak; “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” düsturu ile hareket alanları ve sınırları belirlenmiş. Yapılması veya yapılmaması gerekenler ortaya konmuş. Bazen dini hükümlerle, bazen sosyal yasalarla uyulması gereken kurallar belirlenmiştir. Bu kurallara uyulmaması durumunda başına gelebilecekler de yazılı veya sözlü olarak anlatılmıştır. Akıl yetisine sahip olan İnsanoğlu, bir birey olarak iyilik veya kötülük üzerine hareket etme noktasında özgür bırakılmıştır. Açıkçası iki kapılı bir han olan bu dünya, bir imtihan yeri olarak tanımlanmıştır.

İnsan tabiatı gereği bu dünyada kalıcı olmak istiyor. Öldükten sonra bile unutulmak istemiyor. Arkasından dualarla ve yaptıkları ile anılmak istemesi, onun en doğal hakkı. Kutsal davalarında en aziz canını bile vermekten imtina etmiyor. Vatanı ve özgürlüğü için gerektiğinde şehit olabiliyor. “Vatan eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” dizesiyle M. Akif Ersoy vatanın kutsallığını işaret ediyor. Bu gün ülkemizde özgür olarak yaşıyorsak, bu toprakları Anadolu’yu bize canıyla, kanıyla vatan bırakan ecdadımıza borçluyuz. Onların hakkını ödememiz mümkün değil iken, acaba onlara hak ettikleri değeri verebiliyor muyuz?... Lafa gelince; “her karışı şehit kanları ile sulanmış vatan toprakları” ifadesini kullanan bizler, acaba bu toprakların bağrında yatanlara hak ettikleri saygıyı gösterebiliyor muyuz?… Yüzyıllardır bu topraklar için sevdiklerini geride bırakıp vatan için gözünü kırpmadan canını feda edenleri, bu uğurda, çıktıkları yolda geri dönmeyenleri saygıyla minnetle anmak hepimizin görevi olmalıdır diye düşünüyorum.

Aşık Mahsun-i Şerif, Dünyaya fazla anlam yüklememek adına; “Dikili bir taştan başka nem kaldı” ifadesiyle insanlığa çok güzel bir mesaj veriyor. Ancak geldiğimiz bu çağda ecdadımıza dikili bir taşı bile çok görmüşüz ne yazık ki.

Tufan Karasu’nun “bu yapılması gereken bir proje” diyerek getirdiği; Mehmet Burak Çetintaş’ın hazırladığı, Şubat 2009 da yayınlanan, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kültür Yayınlarından çıkan; “1453’ten 1928’e Kadar İstanbul’da Gömülmüş TÜRK DENİZCİLERİNİN MEZAR TAŞLARI” adlı kitabı incelerken sayfa 43’teki “Alanyalılar Sofası (Karacaahmed Mezarlığı’nda)” bölümü dikkatimi çekti. Başlığın devamında;

“Alanyalı denizcilerin ağırlıklı olarak defnedildikleri bir bölgedir. Karacaahmed Mezarlığı’nda birinci adadadır.  Bugün bu bölgede 6-7 adet denizci mezar taşı kalmış, sofanın sınırlarının izleri yeni definlerden dolayı tespit edilemeyecek şekilde kaybolmuştur. Gerek bu sofadaki Alanyalı denizcilerin mezar taşları ve gerekse bu diğer mezarlıklardaki Alanyalı denizci mezar taşlarında rastlanan remiz ve sembollerle ilgili bilgiler ilerleyen sayfalarda ve katalog kısmında verilmiştir” şeklinde ifade ediliyor.

Yine kitabın 5. Sayfasında ise;

“Mesela, Selçuklulardan itibaren önemli bir liman şehri olan Alanya’da çok sayıda makdemli mezar taşı mevcuttur. Bunlardan günümüze ulaşabilenlerin sayısı 31’dir. Bu denizci taşlarından beşinde, mezar sahibinin bir zamanlar mensubu olduğu bölük, orta yahut cemaatin remzi de işlenmiştir. Denizci mezar taşlarına bütün imparatorluk coğrafyasında rastlamak mümkündür…” tanımlaması yapılıyor. 

“TÜRK DENİZCİLERİNİN MEZAR TAŞLARI” isimli kitabın katalog bölümüne bakıldığında ise, iki Alanyalı denizcinin mezar taşı resimlerinin yer aldığı görülüyor.

    

Eyledi pervâz-ı rûhiyçün humâyûn-ı harem

İde mahşerde şefaât ol Resûl-i muhterem

Alaiyyeli Pehlivân El-hâc Ali-zâde

Merhum Kalyonî Es-seyyid Mustafa Ağa

Ruhuna fâtiha.

Hicri sene 1184

Açıklayıcı bilgi:

Bir zamanlar Karacaahmed’de Kanlıköprü

Mezarlığında bulunan bu taş bugün mevcut değildir.

Mezar taşının bu fotoğrafı Fazıl

Ayanoğlu tarafından tespit edilmiştir. 1948

DEVAMI YARIN