Her orman yangınını duyduğumda, kendi özel mülküm yanıyormuş gibi üzülür, kahrolurum. “Niye” derim, “Niye… Niye böyleyiz biz?” “Neden bu denli hainiz?” Nasıl içimiz el veriyor, yüzlerce yılda yetişen ve oluşan ormanlarımızı ateşe vermeye?...

Her orman yangınını duyduğumda, kendi özel mülküm yanıyormuş gibi üzülür, kahrolurum. “Niye” derim, “Niye… Niye böyleyiz biz?” “Neden bu denli hainiz?” Nasıl içimiz el veriyor, yüzlerce yılda yetişen ve oluşan ormanlarımızı ateşe vermeye?...


Evliya Çelebi’nin ünlü Seyahatname’sinde; “... Bir sincabın, ağaçtan hiç inmeden, Ege’den Hazar Denizi’ne ulaşabileceği kadar sık ormanlara sahip bir coğrafya...” olarak betimlediği Anadolu’yu bozkıra çeviren bizler, her yıl olduğu gibi bu yıl da yanan/yakılan ormanlarımız için timsah gözyaşları döktük...


Timur Devleti İmparatoru Timurlenk’in (M.S. 1402) Ankara Savaşı’nda ağaçların sıklığından dolayı fillerini savaş meydanı Çubuk Ovası’na sokamadığı için fillerinden vazgeçmek zorunda bırakacak kadar sık ormanlara sahip bu toprakları bozkıra çevirdik...


“Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana...” şarkılarıyla beyinlerini yıkayıp, körpecik dimağlarına kesme, biçme, yakma olgusunu kazıdığımız, daha ilkokul sıralarında ellerine baltaları verdiğimiz o günün çocuklarına, bugünün gençlerine ve yaşlılarına ‘âdet yerini bulsun’ diye ormanların ülke ekonomisine katkılarını anlatıp, günah çıkarıp duruyoruz. Ne değişiyor? Hiç! Koca bir hiç. Talan düzeni aynen devam ediyor...


Eğitimsiz toplumumuzun eğitimsiz insanı ağacı ve ormanı, dilediği zaman, dilediği gibi kesebileceği bir ‘meta’ olarak görüyor ve kabul ediyor. Atalarında gelen genlerinin özelliği nedeniyle, ‘kesmeyi, biçmeyi ve yakmayı’ iki ayaklı yaratık olmasının gereği olarak kendisine lütfedilmiş bir ‘hak’ olarak görüyor. Kendisinin ağaca ve ormana değil, ağaçların ve ormanların kendisine muhtaç olduğunu sanıyor. Çünkü kendisini enikleyip, ortalığa salıverenlerden, “Doğurun / doğurtun doğurtabildiğiniz kadar” diyen sorumsuz ağızların hesapsız kitapsız artırdığı (daha doğrusu şişirdiği) nüfus; “hazineye ait, ormana ait” demeden gözüne kestirdiği her orman arazisini çevirip, kendisine gecekondu yeri açıyor ve aslanlar gibi(!) de gecekondusunu yapıyor. Yetinmiyor... Bu kez yakıp, kendisi ve gunnattıkları için tarla yeri açıyor... Nasıl olsa kendisine müdahale eden yok... Bakıyor ki politikacı abileri kendisine arka çıkıyor; coştukça coşuyor, saldırganlaştıkça saldırganlaşıyor... Kestikçe kesiyor, biçtikçe biçiyor, yaktıkça yakıyor...

Sonuç? Sonuç... Kuraklıktan kırılan bozkırlar... Açlık sınırındaki insanlar... Elde kalan üç beş parça orman... Yetmez gibi, kalan üç beş parça orman arazisine de göz diken rantiye çevreleri ve bunlara hâlâ çanak tutan siyasetçiler... İşte insanımız, işte çevremiz, işte ormanlarımız, işte çevre ve orman politikamız...


Çözüm? Çözüm, eğitimde elbet... Çözüm, ormanlarımızın, dolayısıyla da ülkemizin geleceği açısından yürürlükteki Orman Yasası’nın tekrar gözden geçirilmesinde... Çünkü balık baştan kokuyor... Yürürlükteki Orman Yasası, ormanı; “Tabii olarak yetişen veya emekle yetiştirilen ağaç ve ağaçcık toplulukları, yerleri ile birlikte orman sayılır” şeklinde tanımlıyor. Bu kadar esnek, bu kadar içi boş tanım olur mu? Kanun koyucu, böyle içi boş ‘orman tanımı’ yaparsa fırsatçılar da ormanları talan edecek yasal düzenlemeleri işte böyle kotarıp, işte böyle diledikleri gibi at koşturur...


Önce çok önemli bir hususun altını çizelim... Ormanlar, rastgele bir araya gelmiş ağaçlar topluluğu değildir. Ormanlar; varlıkları ve yoklukları ile tüm canlıları, hatta cansızları doğrudan veya dolaylı biçimde etkileyebilen muhteşem bir canlılar topluluğudur. Ormanlar kurumsal varlıklardır. Bu nedenle insanların, ağaçların, hayvanların, kuşların, böceklerin, binlerce canlının çıkarına zarar verecek biçimde yönetilemez... Ağaçlar ve de ormanlar bize değil, biz her şeyimizle ağaçlara ve ormanlara muhtacız. O nedenle de her ne pahasına olursa olsun, ormanları yaşatmak zorundayız. “Orman vasfını kaybetmiş arazi” tanımlaması, soygun düzeninin soyguncularının bir uydurmasıdır... Geçmişte orman olan hiçbir arazi, orman vasfını kaybetmez; sanal olarak kaybettirilir...


Kanun koyucunun (bilinçli veya bilinçsiz) içini boş bıraktığı ‘orman tanımı’ sayesinde; 1982 Anayasası’nın 169 ve 170. maddeleriyle, ormanlarımızın ırzına nasıl geçildiğine bakın... Anılan maddelerde vurgulanan; “orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tesbit edilen yerler...” ile “31 Aralık 1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini kaybetmiş yerler...” tanımlamalarıyla; bu tür araziler, ORMAN DIŞI SAYILIYOR. Hal böyle olunca da bir takım mezarlık soyguncuları çıkıyor; ‘tarım yapıyorum’ bahanesiyle ormanları yok ediyor. “Kamu yararı vardır” gerekçesiyle, ormanların içinde veya bitişiğinde büyük ölçekli turizm yatırımlarının gerçekleştirilmesine, orman arazilerinin yağmalanmasına zemin hazırlıyor.

Yani? Yani ormanlar; seçen, seçilen ve atanmış üçlüsüyle birlikte el ele yağmalanıyor. Bu konuda son olarak şunu söylemek istiyorum... Benim felsefeme ve inancıma göre; bırakın ormanı, tek bir ağaç bile, bu dünyaya hasb el-kader gelmiş, kendisine bile hayrı olmayan, asalak, üretim kapasitesi pek çok insan müsveddesinden daha yararlıdır. İnsan sayılan bu tür yaratıklarla ormanlar arasında bir tercih hakkım olsa, tercihimi ağaç için, ağaçlar için, ormanlar için kullanırım...