​ŞEHRİN en işlek caddelerinden birinde, her günkü koşturmaca arasında, anlamsızlığın saf bir gösterisi yaşandı.

Dört beş genç, bir binanın çatısına bakmaya başladı. Çatıda hiçbir şey yoktu. Ne bir tehlike ne bir manzara ne de kayıp bir kedi.

Sadece çatıydı…

Ancak o gençler, belki de bir sosyal deneyin parçası olarak, ilk domino taşını düşürdü. Caddeden geçenler, omuzlarının üzerinden bakıp gençlerin dikkatini fark etti. Ardından doğal bir refleksle, onlar da başlarını yukarı çevirdi. Birkaç saniye içinde, bu sessiz eylem, etrafındaki kalabalığı zincirleme bir reaksiyonla kendine çekti.

​Gençler, amaçlarına ulaşmış olmanın tatmin edici sessizliğiyle oradan ayrıldılar. Ama geride kalanlar? Geriye kalanlar, hiçbir şey olmayan bir çatıyı izlemeye devam ediyordu. İnsanlar, turistler, yerel esnaf... Zincirleme reaksiyon durmadı, aksine her geçen dakika büyüyordu.

​Bu manzara, çoğunluk psikolojisinin ne kadar güçlü, ne kadar derin ve ne kadar mantık dışı olabileceğinin en çarpıcı kanıtıdır. İnsanoğlu, doğal bir refleksle, anlam veremediği her durumda çevresini gözlemler. Beyinde yankılanan o temel soru şudur: "Herkes ne yapıyor?" Cevap bulunduğunda, kolektif dürtü, kişisel mantığın önüne geçer.

​Bu, sosyal bir varlık olmanın getirdiği derin bir ihtiyaçtan beslenir: Ait olma, uyum sağlama ve güvende hissetme dürtüsü. Yüzlerce insanın durduğu yerde durmak, alkışladığı yerde alkışlamak, beynimizin "Eğer bu kadar kişi yapıyorsa, mutlaka doğru ya da önemli bir şeydir" varsayımına teslim olmasıdır. Çoğunluk ile hareket etmek, binlerce yıllık süreçte güvenliğin garantisi olmuştur.

​"Herkes bakıyorsa, bu önemli bir şey olmalı ve ben de bakmalıyım." Bu içgüdü, anlamsız bir çatı trollemesinde olduğu gibi, hayatın her alanında kendini gösterir.

​Bu basit psikolojik denklem, siyaset sahnesinde bir sanat formuna dönüşür. Siyaset, kitlesel hareketlerin merkezinde olduğundan, bu dürtüyü en güçlü ve en tehlikeli silah olarak kullanır. Temel denklem basittir: Ne kadar çok insan, o kadar çok güç ve o kadar çok oy.

​Siyaset, büyük ölçüde bir algı yönetimi sanatıdır ve bu algının en somut, en gözle görülür göstergesi kalabalıktır. Alanları dolduran, bayrakları sallayan, tek ses halinde coşkuyla bağıran kitleler, sadece destekçilerin moralini yükseltmekle kalmaz; asıl mesajı o sessiz, kararsız ve henüz bir lidere bağlanmamış kitleye iletir: "Burası doğru adres. Gel ve bu büyük gücün parçası ol."

​Çatıda olmayan bir olaya bakan üç beş kişinin başlattığı manasız bir eylemin saniyeler içinde kitleleri harekete geçirebilmesi, çoğunluğun gücünün ne kadar manipülatif olabileceğinin en saf halidir. İnsanların çatıya bakma içgüdüsü, siyaset sahnesinde kolayca şuna dönüşebilir: "Herkes onu destekliyorsa, bu doğru lider olmalı" ya da "Herkes bu fikre karşı çıkıyorsa, ben de karşı çıkmalıyım."

​Bu köşe yazısının felsefi dersi şudur: Filtremiz nerede? Bize dayatılan kalabalık algısının ötesine geçip, rasyonel zihnimizle çatının gerçekten boş olup olmadığını sorgulama cesaretini gösterebiliyor muyuz? Çoğunluk içgüdüsü, hayatta kalmamızı sağlamış olabilir, ancak bireysel aklımızı devre dışı bıraktığında, bizi yönlendirilmeye hazır, sorgulamayan ve kalabalığın peşinden koşan bir kitleye dönüştürür.

​İşte bu yüzden, siyasetin en büyük başarısı, kalabalıkları toplamak değil, her bir bireyi, kalabalığın aksine, kendi aklıyla karar verme yetisinden uzaklaştırmaktır.

En değerli eylem, herkesin baktığı yöne doğru başımızı çevirmek değil, o kalabalığa sırtımızı dönüp 'Neden?' diye sormaktır.

Esen kalın...