YABANCI kente geldiğimde yaptığım ilk şeyin kenti yukarıdan görmek olduğunu söylemiştim. Daha sonra, imkân varsa bir motosiklet ya da bisiklet bulup, kentin ana caddelerini öğrenirim. Ardından gözlerimi dört açar, insanları, sokakları,...

YABANCI

kente geldiğimde yaptığım ilk şeyin kenti yukarıdan görmek olduğunu söylemiştim.

Daha sonra, imkân varsa bir motosiklet ya da bisiklet bulup, kentin ana caddelerini öğrenirim. Ardından gözlerimi dört açar, insanları, sokakları, mimariyi, kaldırımları, binaları incelerim. Öğrenebildiğim kadarını anlamaya çalışırım.
Mesela, kulağıma çalınan güzel bir müzik varsa mutlaka peşine düşerim.
Bir kentin bütün hikâyesi ise parklardadır bence.
Mutlaka gezerim.
Daha sonra kentin tarihi yapılarını, eski binalarını, varsa kalesini, halkın toplandığı meydanları görüp, onları eski dönem kıyafetleriyle hayal ederim.
Bölgede yaşamış eski bilim adamları ya da herhangi bir yazar varsa, geride bıraktıkları çalışmaları da mutlaka araştırırım.
Misafir gittiğim kişilerin, bana kenti gezdirebilecek tanıdıkları ile mutlaka tanışır, kenti bir de onların yoluyla gezerim.
Böylelikle en fazla 3 gün içinde, artık kentin “yabancısı” değilimdir…
Şehirle harman olma zamanı…
Öğle vakti, kenti bana gezdirecek olan, o günkü rehberim, Benjamin, kısaca “Ben” diyoruz, daha sonradan Bünyamin diye anmaya başlayacağız, beni evden arabasıyla alıyor.
İstikamet “Sosyal Pazar.”
Almanya genelinde ikinci el olarak hemen her şeyi bulabileceğiniz “Sosyal Pazarlar” var. İnsanlar evlerinde artık kullanmadıkları her türlü kıyafetten tutun da, mobilyadan, çatal bıçak takımına kadar hemen her şeyi buralara bağışlıyorlar.
Orijinal ürünler ve çok ucuz fiyata.
Satıştan elde edilen gelir, sosyal yardıma ihtiyacı olan insanlar için kullanılıyor. Sokak aralarında bizim eski büyük sarı posta kutuları renginde, eski ayakkabılarınızı bırakabileceğiniz yerler var.
İnsanlar eskiyi atmıyor, bir şekilde ihtiyacı olanla buluşturabilecek bir sistem kurmuşlar.
Bu arada belirtmek gerek ki, Almanya’da ekonomik olarak zengin olan kesim, gayet mütevazı bir yaşam biçimi sürüyor. Kimse, malını diğerlerinin gözüne sokma derdinde değil. Bu sebeple bu tür yerlerde her kesimden insanla karşılaşabiliyorsunuz.
Pazarda elinde kocaman bir market arabasıyla çocuk kıyafeti bölümünde kışlık eşyaları “fazlaca” toparlayan bir kadın dikkatimi çekiyor, sohbete giriyoruz.
Mülteci çocukları için çalışan bir kurumda görevli olduğunu öğreniyorum, kışlık kıyafet takviyesi için alışverişe gelmiş. Ayakkabı bölümünde küçük numaraları toparlamak konusunda yardım ediyorum, daha sonra eşyaları arabasına kadar taşıyoruz.
Almanya’da yaklaşık 1 milyon civarında mülteci olduğunu söylüyor. Haliyle mülteci çocuklarını ve ailelerini entegre etmek için çalışıyorlar.
Ayaküstü sohbet ediyoruz, konu sosyolojiden eğiti metotlarına, oradan kültür şoku, toplumsal etkileri, dini farklılıklar gibi birçok konudaki gözlemlerinden bahsediyor.
Kısaca mülteci konusunun Almanya geneline nasıl yansıdığı ile ilgili genel bilgi ediniyorum.
Sohbet bize geliyor, Türkiye’de 3 milyon mülteciyi misafir ettiğimizden bahsediyorum.
Açıkça dile gelmese de, bu durumdan bütün Avrupa memnun.
Türkiye’nin aldığı güvenlik önlemleri olmasa, Avrupa’ya yığılabilecek olan mültecilerle birlikte yaşamaları zor, çünkü Avrupa insanı ve Araplar birbirlerinden çok farklılar.
Biz Türkiye’de Asya kıtası insanı olarak Anadolu coğrafyasında birbirinden farklı kültürle bir arada yaşama kapasitesi olan bir tarihe sahip olduğumuzdan, bir şekilde konu ile daha rahat başa çıkabiliyoruz.
Emin olun, sözle söylenmese de, Avrupa Türkiye’ye içten içe minnettar.
Bu noktada araya girerek dikkatimi çeken başka bir konuya değinmek istiyorum.
Würzburg gibi turizm ve eğitim kenti olan nezih bir kentte bile, metro girişlerinde, kaldırım kenarlarında, duvarlarda, çok büyük harflerle, bağıra bağıra olmasa da, Nazi sembolleri ve sloganları görmek mümkün. Bu yazı ve semboller dışında yakın bir geçmişte Almanya’da gerçekleşen G-20 ülkeleri toplantısını protesto eden yazılar ve sloganlar daha ağır basıyor.
Bir oranlama yapmak gerekirse, yüzde 13 lük bir oy potansiyeliyle, Almanya’da parlamentoya giren faşist partinin varlığına rağmen, demokratlar çoğunlukta.
Bu noktada şunu tespit etmek ve tarihe not düşmek gerekiyor; Avrupa genelinde “Faşizm Doktrinlerine” bağlı bir kesim, alttan alta köpürüyor.
Arabamızı eski kent merkezinin yakınında bir yere park edip yürümeye başlıyoruz.
Eskiden endüstri bölgesi olan bu bölge zamanla kentin içinde kaldığı için, buraya kocaman bir elektrik üretim tesisi kurmuşlar.
Plastik otomatlarından toplanan atıklar burada elektrik enerjisine dönüşüyor.
Uzun yüksek bacalarından gece gündüz filtre edilmiş beyaz renkte bir duman sürekli gökyüzüne karışıyor.
Fabrika olan yerin etrafında bulunan eski yapılarsa sanat galerileri ve kültür merkezine dönüştürülmüş.
Yeraltında bir tiyatro binası bile mevcut.
Almanya 2. Dünya savaşında yerle bir olduktan sonra ilk tamir edilen binaların ekmek fabrikaları ve tiyatro binaları olduğunu hatırlıyorum.
Bizim memlekette televizyon ekranında yapılan skeçlerin tiyatro sanıldığı ve birtakım soytarıların da sayesinde genelin pek kıymet vermediği mesleğimin kıymetini hatırlayıp, gülümsüyorum…