​HER insan, doğduğu evin, soluduğu mahallenin ve ait olduğu şehrin gelenekleriyle yoğrulmuş bir hamurdur. Ülkemizin her köşesi, kültürel bir gökkuşağı gibi, kendine özgü renkleri, ritüelleri ve ezberleri taşır. Bu, bir eksiklik değil, aksine bir kültürel zenginliktir. Ancak bu zenginliğin yan yana barış içinde var olabilmesi, ortak bir paydada buluşabilmesi, yani toplumsal dayanışma ve verimli tartışma üretebilmesi, temeldeki bir ayrıma takılıyor.

​Bu uçurum, coğrafi gelenek farklılıklarından çok daha derin, doğrudan çekirdek ailenin çocuğa aşıladığı yaşam felsefesiyle ilgilidir. Aynı yıllarda, aynı şehirde hatta aynı mahallede doğan iki çocuğun, gelecekteki toplumsal rolleri ve değer sistemleri, ebeveynlerinin onlara sunduğu iki zıt sosyalizasyon modeliyle ayrışıyor.

​Bir yanda, çocuğuna ahlaki değerleri evrensel hukuk ve insan erdemleriyle harmanlayıp sunan aile var. Bu evde, sevgi ve saygı ön plandadır. Çocuğa öğretilenler, sadece "ayıp" kavramından ibaret değildir; bunlar, "doğru", "güzel" ve "adil" olanın evrensel kodlarıdır.

​Sokağa tükürmemek, yüksek sesle konuşup çevreyi rahatsız etmemek, doğayı korumak gibi öğretiler, basit görgü kuralları değil, bireyin toplumsal sorumluluk bilincidir.

​Bu çocuk, topluluğun bir parçası olduğunu, bireysel özgürlüğünün başkasının rahatsızlığıyla sınırlı olduğunu öğrenir.

​Yarın bir tartışma anında, empati, mantık ve hukukun üstünlüğüne başvuracaktır. O, toplumsal yaşamı, ortak akıl ve medeniyetin kuralları üzerine inşa etme eğilimindedir.

​Diğer yanda ise, jargonu "ne olursa olsun kazanmak" üzerine kurulu, kaba kuvvete, paraya ve güce odaklanmış bir aile kültürü. Bu ortamda, çocuğa fısıldanan ezberler, "ezilme, ezen ol" veya "güçlüysen haklısın" gibi ilkel dürtülere hitap eder.

​"Biz atadan böyle gördük" sözü, bu bağlamda, geleneklerin toplumsal barışa katkısı sorgulanmadan, dar kalıpların ve ataerkil baskının sürdürülmesine hizmet eder.

​Bu çocuk, toplumsal yaşamı bir çıkar çatışması arenası olarak görme eğilimindedir. Başkasının hakkı, rahatı veya doğanın geleceği, kendi anlık kazancının yanında önemsizleşir.

​Yarın bir problemle karşılaştığında, çözüm yolu olarak, diyalog yerine dayatmayı, manipülasyonu ve fiziksel ya da psikolojik baskıyı tercih edecektir.

​Bu iki farklı modelle yetiştirilen çocuklar, aynı kuşağın bireyleri olsalar bile, bir araya geldiklerinde kaçınılmaz bir uçurum oluştururlar. Biri, toplumsal sözleşmeye uymayı erdem sayarken; diğeri, bu sözleşmeyi kendi menfaatine göre bükmeyi kurnazlık addeder.

​Toplumsal dayanışma ve verimli tartışma, ancak ortak bir etik zemin üzerinde mümkündür. Birinin varoluş ilkesi 'saygı' ve 'hukuk' iken, diğerininki 'güç' ve 'çıkarsa' bu iki kişi asla aynı masada uzlaşamaz.

Biri, medeniyet inşa etmeye çalışırken; diğeri, ilkel dürtülerini tatmin etmeye odaklanır.

​Bu durum, sadece bireyler arası bir mesele olmaktan çıkar, toplumsal bir yarık haline gelir. Siyasetten sanata, trafikten komşuluk ilişkilerine kadar her alanda bu iki zıt yaşam felsefesi çarpışır. Sonuç; bir neslin, potansiyelini kardeşliğe ve ilerlemeye değil, sürekli bir gerilim ve kutuplaşmaya harcamasıdır.

​Çözüm, kültürel çeşitliliğimizi bir zenginlik olarak kabul etmekle birlikte, her ailenin çocuğuna aşıladığı evrensel insani değerler konusunda ortak bir vicdan ve farkındalık yaratmaktan geçer. Aksi takdirde, aynı gökyüzünün altında yaşayan bu nesil, iki ayrı dünyanın insanları olarak, derin bir uçurumun kenarında yaşamaya mahkûm kalacaktır.

Esen kalın…