22 Mart tarihi, temiz su sorununa dikkat çekmek, içilebilir su kaynaklarının korunması ve çoğaltılması konusunda somut adımlar atılmasını teşvik etmek için, 1993 yılında BM  tarafından Su Günü  olarak tayin edilmiş. Ülkemizdeki siyasi rejim su sorununu içselleştirmese de, devletin ilgili kurumu DSİ aracılığıyla en azından afiş düzeyinde bu günü kutluyor.

 

Suyun, her şeyden önce insan yaşamının kaynağı olduğu gerçeği, DSİ gibi kurumlara bırakılmaksızın yerel yönetimler tarafından sürekli gündemde tutulmalı. Tabii bunun için gerek şart, hem yerel yönetimlerin karar alıcılarının hem de halkın her kesiminin bu bilince sahip olabilmesinden geçiyor.

 

Halkın, yerel medyadan başlayıp her türlü yerleşik insanına kadar olan bütünü, Alanya sınırları içindeki su kaynaklarını, derelerini, çaylarını; şehrin yıllar içindeki “suyla imtihanını” biliyor olması gerekir. Halk konuya öylesine hakim olmalıdır ki, kendi yararına su yatırımı yaptığını iddia eden bir yerel ya da merkezi otoriteyi sorgulayabilmeli, denetleyebilmelidir.

 

Örneğin; Abdil Ağa’nın Kahvesi’nin önündeki çeşmede kurulan ilk su şişeleme “hafif sanayisi”nden haberdar olmalıdır. Bunca zengin su kaynaklarına sahip olduğu halde 1970’ler yazında şehir merkezinde çekilen su sıkıntısını;  1990’lı yılların darmadağınık içme suyu şebekesindeki kayıp, kaçak oranlarını; Dim Çayı Barajı’nın kuruluş nedenlerinden birisi olan içme suyunun, tam anlamıyla sağlanıp, şebekeye aktarılamayışını bilebilmelidir.

 

Şehir merkezindeki akarsuları adıyla sayabilmelidir. Dim Çayı üstünde yerleşen uygarlıkları; Roma’nın köprülerini; Bizans’ın, Selçuklu’nun yine Dim Çayı’nın denize kavuştuğu alan olan Buzağı Ovası’ndaki kalıntılarını yani yerleşim izlerini öğrenmeli ki, Dim Çayı’nı bir başka anlamda sahiplenebilmelidir. Dim Alacami’deki anlamsız HES’e karşı çıkabilmelidir.

 

Çayların, denizle buluştuğu alandaki hakim akıntılara göre kumsalı nasıl şekillendirdiğini bilip buna göre o alanları savunabilmelidir. Örneğin, Hacet Deresi’nin yatağının betonlaştırılmasıyla, yukardan gelen debrisin kenarlara tutunamayarak denize sürüklendiğini, denizin  kalitesini bozduğunu anlatabilmelidir.

 

Alanya şehir merkezindeki üstü kapatılmış akarsuları; mesela eski fotoğraflardaki, Ziraat Bankası’nın yanından denize akan dereyi tanımalıdır. Çarşı merkezindeki, eskinin Demirciler Sokağı’nın kirini pasını ve sahile cahilce kurulan mezbahanın atıklarını denize taşıyışını anımsamalıdır.

 

Aynı derenin daha yukarılarda, birisi Ağalar Konağı’nın yanında olmak üzere, iki adet gürül gürül akan ayazmadan denize yani Ziraat Bankasına doğru izi takip edildiğinde Cuma Pazarı’nın altından geçtiği bilinmelidir. Böylece o bölgede plansızca başlamış olan otopark ve AVM inşaatındaki, “altından su çıktı!” komik gecikme gerekçesine “günaydın” diyebilmelidir.

 

Bir anıyla bitireyim: 1992 yılında Dünya Triatlon Birliği toplantısı için gittiğimiz Stockholm’deki otelde, içme suyu alabilmek için resepsiyona inmiştim. Görevli şaşkınlıkla yüzüme bakıp, “Neden odanızdaki musluk suyunu kullanmıyorsunuz?” demişti. Odaya döndüğümde lavabonun önünde “içebilirsiniz” levhasını kaçırdığımı gördüm. Hayatımdaki en lezzetli suyu içtiğimi hatırlıyorum…

 

Bundan yola çıkarak; özellikle yerel yönetimlerin asıl görevlerinin, “konutlara içilecek kıvamda ve yüzde yüz hijyenik olduğuna inanılan akarsuyun sağlanması” olduğunu; herhangi bir kaynaktan çıkarılan su ile “kâr sağlama amacı güden” ticaret yapılamayacağını; aslında SU KULLANIMININ HAK OLDUĞUNU bilmeli, dahası öğretmeliyiz…