​​​​​​NE çok biliyoruz değil mi her şeyi. Ama en çok biz biliyoruz yani. Biri çıkıp gelse herhangi bir konuda ne bildiğimizi sorsa  ‘bilmiyorum' dememizin mümkünatı yok. Çünkü biliyoruz. Bu kadar çok bilince tabi...

​​​​​​

NE

çok biliyoruz değil mi her şeyi. Ama en çok biz biliyoruz yani. Biri çıkıp gelse herhangi bir konuda ne bildiğimizi sorsa ‘bilmiyorum’ dememizin mümkünatı yok. Çünkü biliyoruz. Bu kadar çok bilince tabi anlama eşiğimiz de aşırı yüksek oluyor. Zaten her şeyi en doğru bizim algılayıp anlamamızın eseri ya bu bilmişliğimiz.

Yan masada, yan odada, yan ofiste geçen cümleler hep şöyle, ‘Şey canım belki yanlış anlamışsındır, pardon yanlış anlamak mı o da ne? Çünkü biz bir şeyi nasıl anladıysak o öyledir. Belki benim anlayış kapasitem, karşıdakinin anlatmak istediklerini anlayabilecek düzeyde değildir, ha olamaz mı? Yok canım mümkün değil. Ben her şeyi şıp diye anlarım. O öyle dediyse kesin bunu demek istemiştir, kesin yani başka türlüsü olamaz.

Bazılarımızın beyninin içinde fosilleşmiş, hazır ömür boyu kullanımlık anlayış tabletleri var. Bu tabletleri her gördüklerine ve duyduklarına hop atıyorlar ve tabletler hep aynı renkleri alıyor. Mis gibi hayat. Her şeyi ayrı ayrı muhakeme edip, farklı anlamlar da çıkarmak deli işi zaten ne gereği var değil mi?

Sylviane Herpin “Düşündüğünüz, söylemek istediğiniz, söylediğinizi sandığınız, söylediğiniz, karşınızdakinin duymak istediği, duyduğu, anlamak istediği, anladığını sandığı, anladığı arasında farklar vardır. Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 ihtimal var.” demiş. Herpin’in bu dokuz ihtimaline rağmen siyahı siyah, beyazı beyaz anlamak, her şeyi olduğu gibi olması gerektiği gibi anlamak yaşadığımız çağa direnmek adına ne güzel olurdu. Ama biz bu dokuz ihtimali doksana çıkarmayı tercih ediyoruz maalesef.

Hâlbuki ilkokul sıralarında güzel Türkçemiz derslerinde en çok zaman ayırdığımız bölümdü bu okuduğumuzu anlamak, anladıktan sonra cevap vermek kısmı. Yanlış anlayanlara öğretmen hayır prensesin ayakkabısını unutması o anlama gelmiyor, biraz daha düşün dediğinde başka başka anlamalar düşünmelerimiz, hep bu günlerin hazırlığı değil miydi? Şimdi kalkmış zihin yormadan, sormadan, düşünmeden her şeye elden düşme kalıp yargıları yapıştırıveriyoruz. Sonrası da artık karşı tarafın sorunu. Bizim tarafta yani bayat kalıpların her yere yapıştırılıp durulduğu tarafta işler rahat.

Oysa bize bir şey söylendiğinde oturup acaba gerçekten ne demek istedi? Ben doğru mu anladım? Sorularını kendimize sormak zor olmamalıydı. Bilmiyorum dememek için yanlış cevap vermeyi. Anlayamadım dememek için, yanlış anlamayı bu çağda yaşayabilmenin değiştirilmesi teklif bile edilemez bir kanunu sanıyoruz galiba.

Hayat zaten bu kadar karmaşıkken, etrafta bu kadar anlam kargaşası uçuşup dururken ve yanımızdan geçip giden insanlar göz bebeklerimizin içine bakıp bu kadar çok anlaşılmayı beklerken, biz neden onları anlamamaya çoğu kez de yanlış anlamaya bu kadar ısrar ediyoruz anlayabilmiş değilim.

Anlamak zor olan, senin gibi giyinmeyen, senin gibi düşünmeyen, senin gibi bakmayanları anlamak; açmayan çiçeğine küseni, yolda hep mahcup yürüyeni, her sabah işe huysuz geleni anlamak zor; ama yanlış anlamak bebek oyuncağı.

Bu kadar taş duvarın, bu kadar kirli bakış ve sözcüğün içinde anlamak zor iş, çaba istiyor, samimiyet istiyor, nezaket istiyor. Oysa yanlış anlamak öyle mi, bir parça art niyet az biraz da bilgisizlik yeter de artar yanlış anlamak için. Bu günlerde yok olup gitmemek için direnen her şey gibi anlamak da anlaşılmak için direniyor. Anlıyor muyuz?