Turistler çekilince birer hayalete dönen beldelerimiz, kış aylarında hiç çekilmez, bilirsiniz.
Kalan üç beş yerleşik yabancı müşteriyle ayakta durmaya çalışan bir iki kafe, nedense her gün açıp açıp siftahsız kapatan birkaç dükkân, önlerinde telefonlarıyla oyalanan genç elemanlar…
İnşaat ve tadilat işleri sürer bir yandan. Çok önceki sezonların kazanç hayalleriyle, “yeni sezona yetişecek” denilen yenilikler, ilaveler… Hepsi aynı aceleyle, aynı umutla ilerler.
Bu tablo her yıl yeniden kurulur. Mevsim değişir, vitrinler boşalır ama söylem pek değişmez.
Yer sahibine, komşuya karşı geliştirilen ortak dil ise yerel şiveyle daha da etkili hâle getirilir:
“Bu sene durizmin dadı yok deyolla…”
Bu cümle yalnızca bir sitem değildir; hesabı sorulmayan her sezonun, konuşula konuşula normalleştirilmiş kısa özetidir.
Tabii bu yılın da suçlusu bellidir. Geçen sezon kazanılmamıştır; çünkü “maliyetler artmış ama kur artmamıştır.” Bu gerekçe, neredeyse her sohbetin, her toplantının değişmez açıklaması olarak masaya konur.
Kış, yalnızca beldeleri değil, otel organizasyonlarını da küçültür. Masalar daralır, kadrolar incelir, kararlar “idare eder” başlığı altında alınır. Bahar geldiğinde ise bu geçici çözümler, fark edilmeden kalıcı tercihlere dönüşür.
Tam da bu eşikte, kurumların dilinde tanıdık cümleler dolaşmaya başlar:
“Bu sezon böyle idare edelim.”
“Şimdilik gerek yok.”
“Zaten bir iç çözüm üretiriz.”
Son yıllarda bu söylemlere bir de kulağa güven veren ama içi çoğu zaman boş bırakılan yeni bir ifade eklenmiştir:
“İçerden yükseltmeyi düşünüyoruz.”
Keşke bu cümle; ince ince kurgulanmış bir kariyer planlamasının, gençlerin önünün aşama aşama açıldığı, gerekli eğitim ve donanımların sağlandığı bir yapının sonucu olsaydı. Keşke çalışanlar gerçekten geleceği olan bir organizasyonun parçası olduklarını hissedebilseydi.
Ve keşke bu yükselişleri planlayan insan kaynakları departmanlarına da gerçek anlamda alan ve yetki verilmiş olsaydı.
Oysa Türkiye’nin yönetim pratiği bize yıllar önce başka bir gerçeği öğretmişti. Süleyman Demirel’e atfedilen o meşhur söz hâlâ geçerliliğini koruyor:
“Göndermek istediğini terfi ettirirsin.”
Bugün “içerden yükseltme” söylemi de ne yazık ki pek çok kurumda bir vizyonun değil; kısa vadeli bir tasarruf stratejisinin, ertelenmiş sorumlulukların ve yönetilemeyen süreçlerin kibar bir karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Bu söylemin sahadaki karşılığı ise çoğu zaman oldukça tanıdıktır.
Kasım ayında bölgeden ayrılmadan önce pek çok arkadaş neşe içindeydi. Yeni bağlantılar kurulmuş, taze anlaşmalar yapılmış, sözler verilmişti:
“Bu otelle anlaştım, genel müdür olarak…”
“Şu otel tamam, operasyon müdürü olarak terfiyle başlıyorum…”
“Sadece patronun son onayı kalmış…”
Aralık sonu itibarıyla, karşılaştığım pek çoğunu adını kendilerinin koyduğu bir kafede buldum: İşsiz Otel Müdürleri Derneği.
Aynı masa, aynı yüzler…
— Ne oldu senin iş? Tamam diyordun?
— Yok be abi, olmadı o iş. Vazgeçmişler. Genel müdür tamam demişti ama patrondan döndü.
Gerekçe tanıdık:
“İçerden yükselteceklermiş.”
Bu mekânın bir de vazgeçilmez müdavimleri vardır. Aynı kafede, dört beş genç adamdan oluşan masalar… Arabalar masanın dibine kadar çekilir, anahtarlar masa üzerine bırakılır. İster istemez kulak misafiri olunan sohbetler tanıdıktır:
“Abi, aslında restoran açacaksın…”
“En temizi butik otel kiralamak.”
“Yok, transfer işi daha garanti.”
“Hayır, en güzeli çok şık bir kafe.”
Sohbet ilerledikçe yatırımlar büyür, rakamlar milyon dolarlara ulaşır. Daireler alınır, kiraya verilir, zincir projeler konuşulur.
Sonra hesap gelir. Dört kahve içilmiştir.
“Sende kart var mı?”
“Benim cüzdan arabada kalmış.”
“Tüh, benim kart iptal, yenisi gelecek.”
“Sen de bozuk var mı?”
Masadaki en az konuşan arkadaş hesabı öder.
Zaten Aralık ayından sonra muhatap bulmak iyice zorlaşır. İnternet ilanları için gönderilen CV’lerin akıbetini daha önce yazmıştım. Aralık’ta patronların ve üst yöneticilerin yılbaşı tatil telaşı başlar; ardından yurt dışı fuarları gelir. Uzun bir süre oteller fiilen güvenlikteki görevliye emanet edilir.
İçeride belki tedarikçi mutabakatlarını tamamlayan bir muhasebeci, gece müdüründen devşirilmiş bir gündüz müdürü, mutlaka bir çaycı ve izin verilen ölçekteki tadilatlara başlamış birkaç teknik eleman vardır; o kadar.
Fuarlar genellikle Şubat–Mart aylarında yoğunlaşır. Eksilen pazarlar olur, ilave edilenler eklenir. Cem Yılmaz’ın dediği gibi “Kiev deplasmanı”, pardon, fuarı vardı geçmiş yıllarda; hiç kaçırılmazdı. Artık yok. Bu yılların gözdesi Balkanlar, Baltık ülkeleri…
Ama pazar pastası aynıdır. Sektöre eklenen her yeni otel, aynı pastadan bir dilim almaya çalışır. Bolca Rus, biraz Alman, daha az İngiliz; sürpriz Balkan ülkeleri ve son yılların bonusu Polonya.
“Ben yeni otelimle yeni bir pazar hedefliyorum” diyebilen yoktur.
Zaten 25–30 yıl önceki gibi otel kapılarında kontenjan almak için sıraya giren acente yetkilileri de kalmamıştır. Arz-talep dengesi çoktan tersine dönmüş, sıra yer değiştirmiştir. Ortalama konaklama fiyatlarını her bölgenin “üç büyükleri” belirler. Diğerleri de buna uymak zorunda kalır ve maliyetlerini buna göre ayarlamaya çalışır.
Oysa meselenin özü çok daha basittir ve herkes tarafından bilinir:
Hiçbir otelin Mayıs ayına kadar maaş ödeme niyeti yoktur. Mayıs dediysek, giriş Mayıs’tır; ilk maaş Haziran’da yatar.
E, kapalı otele personel mi alınacaktır?
Daha gelecek sezonun krizinin adı konmamıştır.
Sezonu kimle, nasıl yöneteceği bile belli değilken ekip mi kurulacaktır?
Sanki kadrolar toplanıp sezona hazırlık eğitimleri mi verilecektir?
Peki ya “iyi” personel Mayıs ayına kadar başka oteller tarafından kapılırsa ne olacaktır?
“İyi” derken? Geriye kalanlar nefes almıyor mu?
İşte tam da bu yüzden “içerden yükseltme” söylemi, bir gelişim modelinden çok sezonu maaş yükü almadan geçirme planının adıdır. Terfi ertelenir, sorumluluk verilir; ama karşılığı hep bir sonraki sezona bırakılır.
Ve sezon başladığında herkes aynı soruyu sorar:
“İyi insanlar nerede?”
Aslında cevap bellidir.
İyi insanlar bir yere gitmemiştir.
Sadece artık beklemeyi bırakmışlardır.