ÖNCE
havaya, sonra suya, şimdi de toprağa...
Kuşlar baharın gelişini cıvıltılarıyla müjdelerken, çiçekler en güzel renklerini göstermek için kıyasıya yarıştılar...
Tomurcuk tomurcuk açan o mis kokulu yaseminden, o kayısı ağaçlarından aldık müjdeyi...
Küçükken ne çok severdim o erik ağaçlarının bembeyaz saflığıyla ortasına pembe konan o çiçeklerini...
Bir de baharın gelişiyle gül fidanlarının altına taşlardan dizilen o ev, araba figürlerini...
Çocukluğum Ankara'nın oldukça işlek bir caddesinde, komşuluk bağları oldukça sağlam olan bir apartmanda geçti…
Saygıyı da, sevgiyi de, dostluğu da onlarla öğrendim…
Erik ağaçlarının tepelerinde olurduk her bahar aylarında...
Bu zamanlarda annelerimizde de hummalı bir çalışma olurdu...
Tatlı bir telaş sarardı ortalığı...
Adına 'Nevruz' derlerdi...
Bahçemizin küçük bir yerine ufak bir ateş yakılır, üzerinden atlanırdı...
Sonra gül fidanlarının altına gömülürdü paralar…
Çocukluk ya işte, dış perisine inandığım kadar mucize bir şeydi Nevruz benim için…
Zaman hızla akıp geçerken bilmezdim Nevruz'un bile bu kadar kirlenebileceğini…
Şimdi 'Nevruz' dendiğinde bir korku var yüreklerde...
'Yine kana mı bulanacak her karış toprağım?' soruları akıllarda asılı...
Oysa ki Nevruz dostluk, Nevruz bahar müjdeleyicisi, Nevruz gün ışığıdır...
Bayramdır Nevruz, bayram!..
El ele olmanın, dayanışmanın, birliğin günü Nevruz…
O günü ve ona yaklaşık günleri kana bulamanın günü değil!..
Tedirginlik günü, korku günü, endişe günü, sokağa çıkamama günü değil Nevruz!..
Nevruz, anlam bakımından bir ayrılık, bir acı türküsü değildir!..
Nevruz ateşi, ciğerlere atılması gereken bir kor değildir!..
Nevruz, kan ve ateşin, gözyaşının, hıçkırıkların, tehditlerin günü hiç değildir!..
Hiç bir bayramda insanların yüzünde böyle anlamsız, böyle manasız, atacak adımlardan korkan donuk ifadeler olmaz…