Ünsüz ünlülerden ünlü ünsüzlere ​

ESKİDEN televizyon bir "okul", spikerler ise o okulun en seçkin öğretmenleriydi. 1970’li ve 80’li yılların TRT ekranlarında bizleri selamlayan Jülide Gülizar, Tuna Huş, Can Akbel ya da Mesut Mertcan gibi isimler, sadece haber iletmez; birer zarafet ve vakar abidesi olarak evlerimize konuk olurlardı.

​O dönemin spikerleri için "diksiyon" bir teknik beceri değil, bir vatanseverlik meselesiydi. Türkçe’nin o pürüzsüz, melodik ve İstanbul kokan tınısı, onların dudaklarından dökülürken toplum için bir standart oluştururdu. Jest ve mimikleri, bir devlet adamı ciddiyeti ile bir salon beyefendisinin nezaketini harmanlardı.

Abartılı el kol hareketleri yoktu; güven veren bir bakış ve hafif bir baş selamı, milyonların onlara inanması için yeterliydi. Onlar "ünlü" olmaya değil, "itibarlı" kalmaya odaklanmış bir elit zümreydi.

​Ancak o dönem sadece haberlerde değil, hayatın her alanında bir edep ve öğreticilik vardı. Ekranlar, toplumu değerlerinden koparmayan, gelenekleri yozlaştırmayan ve gerçekten eğiten programlarla izleyiciyi kendine bağlardı. Bugünün aksine, televizyonun bir ağırlığı, izleyicinin de bir onuru vardı.

​Bugün ise manzara, o dönemin siyah-beyaz asaletine atılan bir tokat gibi. Ekranlar artık birer haber kürsüsü değil; kişisel ikbal kapısı, siyasi sözcülük ofisi ya da daha kötüsü, karanlık ilişkilerin vitrini haline geldi.

Gazetecilik ve spikerlik, yerini "taraftarlığa" bıraktı. Haber sunması beklenenlerin bir partinin basın sözcüsü gibi naralar atması, mesleğin en temel kuralı olan "nesnelliği" çöpe attı.

​Daha acısı, adı rüşvete aracılık etmekle, mafyatik ilişkilerle ya da uyuşturucu bataklığıyla anılan isimlerin bir zamanlar "saygın gazeteci" maskesiyle aramızda dolaşmasıdır. Diksiyonun yerini bağrışmalar, zarafetin yerini ise ekranda parmak sallayan, kibir dolu jestler aldı. Artık toplum bu isimlere "örnek" olarak değil, birer "skandal figürü" olarak bakıyor.

​Bu kültürel erozyon, sadece haber merkezlerinde değil, mutfağımızda ve vicdanımızda da yaşanıyor.

Eskiden çarşıdan pazardan aldıklarını, "belki alamayan vardır, canı çeker" diye utancından gazete kağıdına saran, mahalleliye kokmasın diye tenceresini sakınan insanların yerini; yediğini içtiğini fütursuzca sosyal medyada paylaşıp bir de "Ne yani, yemeyek mi?" diyen bir çiğlik aldı.

​Ekranlardaki çelişki ise tam bir trajediye dönüştü. 16 bin lira emekli maaşıyla veya 22 bin lira asgari ücretle mucizeler yaratan vatandaşın karşısına çıkan sözde yarışmacılar; bir lokma nimetin "sertliğinden", sosun "kıvamsızlığından" yakınıp birbirlerine en ağır hakaretleri savuruyorlar.

Milyonların geçim mücadelesi verdiği bir ülkede, yemeği bir kavga ve gösteriş malzemesi yapmak, toplumun vicdanına saplanan en keskin bıçaktır.

​Eskiden spikerler "ünsüzler" arasından seçilir, kaliteleriyle "ünlü" olurlardı. Şimdilerde ise herkes ünlü ama kimsenin bir "adı" yok.

Kendi dillerine ihanet eden, kalemini açık artırmaya çıkaran ve ekranın o büyülü gücünü şahsi servetleri için kullananlar, aslında sadece kendi kariyerlerini değil; toplumsal ahlakın bir sütununu daha yıktılar.

​Mesut Mertcan, haber okumayı bir sanat formuna dönüştüren isimdi. Tok ve davudi sesiyle ekranın ötesindeki izleyiciyle görünmez bir bağ kurardı. 12 Eylül bildirisini okumak zorunda kaldığında bile profesyonelliğinden ödün vermemiş, ancak o anın ağırlığını yüzündeki o hüzünlü vakarla yansıtmıştı.

Can Akbel’in o sakin sesiyle sunduğu "Güne Bakış"tan, bugünün "kaosa bakış" programlarına evrilen bu süreç, bir ülkenin sadece medyasının değil, ruhunun da nasıl yorulduğunun özetidir.

​Esen kalın...