Değerli okurlar, bir ülkeyi yönetme iddiasıyla yola çıkan siyasi yapıların ya da siyasetçilerin, o ülkenin ve o ülkedeki insanların refahı ve huzuru için çalışmaları gerekir.
Yani, toplumun dünyevi gereksinmelerine dönük çalışmalar yapmak zorundalar.
Uhrevi yani ahretle ilgili konular, kişinin kendisini ilgilendirir.
Siyasiler, özellikle de devlet, bu tür hassas konularla direkt olarak ilgilenmez, kişilerin inançlarına müdahale etmez.
Buna laiklik diyoruz.
Maalesef ülkemizde laiklik uzun yıllardır askıya alınmış durumda.
1946 tarihinden başlayarak bugüne kadar, öte dünyaya yani uhrevi hayata dönük söylemler giderek yaygınlaşmaya ve de etkinleşmeye başladı.
Sol öğretide, “Altyapı üstyapıyı belirler”, “Üretim güçleri, üretim ilişkilerini, üretim ilişkileri de üretim biçimini belirler” denmiş olsa da, son yıllarda, Ortadoğu başta olmak üzere ülkemizde bile, üstyapıyı siyasiler özellikle de iktidarlar belirlemeye başladı!
Ülkemizdeki İmam Hatip hayranlığı ve Türban modası iktidarın en fazla önemsediği konu haline geldi.
Çok daha ilginci, ihtiyaç duyulan bölgelere değil, kentin en gözde yerlerine muhteşem görkemli camiler yapma furyası başladı.
Televizyon kanalları da aynı doğrultuda yayın yaparak toplumun inançlarını istismar etmekle meşgul.
Dinsel, mezhepsel temelli yayınlar giderek yaygınlaşıyor.
Ekranların en gözde kişileri, bilim adamları değil, ilahiyatçılar.
Küçük burjuva kaypaktır.
Bu kesim, kimi zaman ihtilalciliğin, söylem zenginliğinin peşine takıldığı gibi, belli bir güce boyun eğmeye, uyuşukluğa, boş fanteziye ve giderek moda olan şu ya da bu siyasi eğilime karşı kudurgan bir hayranlık duyabildiği gibi, öyle görünmeye de çalışabilir!
Şahsen ben bu rezilliğe, 1980 öncesi, sık sık hükümetler değiştiğinde somut olarak şahit oldum.
Bugün Türkiye her anlamda çok kritik bir süreçten geçiyor.
Olaya belli bir gerçekçilik içinde bakarsak, AK Parti iktidarı 13 yıl içinde altyapıda yani toplumun dünyevi gereksinmelerine dönük çok önemli bir başarı sağlarken, üstyapıda yani inançlar ve yaşam biçimi bakımından, inceden inceye, toplumu kendi yaşam şekline doğru taşımaya başladı.
Küçücük çocukların özellikle ilkokuldaki bebelerin, dini özümleyebilmeleri ve de tam anlamıyla kavrayabilmeleri mümkün mü?
Başbakan Davutoğlu bir konuşmasında, ülkenin gelişip kalkınması için, bilim adamlarının ve müteşebbislerin öne çıkmasından söz etmişti.
Bu bakış açısına yönelip, bilim adamlığına odaklanıp, mitinglerde ses tonunu yükselterek hamasi nutuklar atmaktan ve bir cemaatin dini lideri gibi dinsel söylemlere ağırlık vermekten vazgeçseydi, geçmişte AK Parti’ye oy veren, kimi solcuları, liberalleri ve demokratları kaybetmeyebilirlerdi!
Erdoğan ve Davutoğlu ikilisi, Ortadoğu’nun, dinsel, mezhepsel ve etniseye dayalı çelişkilerin ve de çatışmaların içine şu ya da bu biçimde girmeye kalkması Türkiye’yi çok zor durumda bıraktı. Türkiye’yi çok kültürlü ve çok farklı etnik kimliklere dayalı bir toplum olarak görüp, bu farklı kimliklerdeki insanları bir potada yani din temelli bir birlikteliğe taşımaya kalkılması, teorik olarak doğru görünse bile, Türkiye pratiğinde böyle bir birlikteliğin dine dayandırılmasının bir işe yarayamayacağını hep birlikte gördük.
Türkiye bu kritik süreci, ya çok kanlı bir çatışmayla ya da gerçek bir demokrasiyle aşabilir.
Bu da, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bilincinin yaygınlaştırılıp en üst kimlik olarak, tüm toplum kesimlerince bu anlayışın benimsenmesiyle mümkün olabilir.
Kimi siyasi yapıların ve de siyasilerin Türk-Kürt çelişkisine dayalı bir politika izlemelerinin Türkiye için ne büyük bir tehlike olduğunu artık herkesin anlaması ve bu sevdadan vazgeçmesi gerekir.
7 Haziran seçimleri sonuçlarının, bu tehlikenin varlığını net bir biçimde ortaya koyduğunu kabul etmeliyiz.
Zira etniseye dayalı siyaset yapan partilerin oyları arttı!