YIL
1965, dokuz yaşındayım. 12 bin nüfuslu şahane bir kasaba olan Alanya'da yaşamakta ama sıcak yaz aylarını İstanbul'da geçirmekteyim. Henüz sonbaharın yüzünü göstermediği bir ağustos akşamında, yaşamımda ilk kez bir futbol maçına götürüleceğim!
Maç için özel seferler yapan deniz motorları ile Kadıköy'den getiriliyor ve Dolmabahçe iskelesinde sarışın, mavi gözlü bir genç tarafından teslim alınıyorum. Annemin teyze oğlu olan o genç, profesyonelliğe Galatasaray'da adım atmış bir futbolcu ve TSYD turnuvası finali olan Fenerbahçe-Beşiktaş maçı öncesi Sarıyer ile oynayacak Karagümrük'ün kadrosunda yer alıyor.
Çok heyecanlıyım çünkü çikletlerden çıkan fotoğraflarından kadrolarını kurduğum Fenerbahçeli futbolcuları göreceğim. Müthiş bir kalabalığın etrafında kümelendiği, bilet sırasına girdiği dev bir binaya, stadyuma yaklaşıyoruz. Futbolcu, arkadaşları ve onu tanıyanlarla şakalaşıyor. Bana yiyecek bir şeyler alıyor ve turnikeden, önüne alarak geçiriyor.
Hemen aşağıya soyunma odalarına giriyoruz. Kendisi maça hazırlanırken, birisi beni tünel denen çıkış merdivenlerinden sahaya çıkarıyor. O sırada stadyumun ışıkları yanmış ve sayılarının 42 bin olduğunu sonradan öğreneceğim futbolsever tezahürat yapmakta; yaşadığım şehirdeki nüfusun nerdeyse dört katı olan bir kalabalıktan şok olmuş durumdayım...
Beni tribünlerde bir arkadaşına emanet ediyor. Etrafıma bakınmaktan golleri görmüyorum bile. İkinci yarıda oyundan çıkıp yanımıza gelen futbolcu ağabeyim "Sarı Cengiz"in gözündeki morluk, futbolun sertliği konusundaki ilk bilgim oluyor...
Ardından Fener-Beşiktaş maçı başlıyor. Bildiğim tek şey o yılın flaş transferi, PTT'den 200 bin lira gibi büyük bir ücrete alınan Yaşar'ın da (Mumcu) forvette yer alacağı. İzleyicinin tezahüratı, yanımda sürekli ayağa kalkanlar ve stadyumun loş aydınlatması yüzünden maça konsantre olamıyorum. Gündüz Kılıç'ın 1971 yılında kurduğu harika Beşiktaş'ta ikinci baharını yaşayacak, ayağına futbol topunun bu kadar yakıştığı başka bir futbolcuyu henüz görmediğim genç Yusuf'u (Tunaoğlu) bile anlamadan izliyorum.
Maç sonrası rüyada gibiyim. Binlerce kişiyle birlikte Mithat Paşa'dan çıkıyoruz. Motorla tekrar karşı kıyıya, Kadıköy'e... Kendisi de bir futbolcu/doktor olan dayımın, "şiir gibi bir futbol oynadığını" söylediği, bugünün Galatasaray ikinci başkanı Sarı Cengiz (Özyalçın) genç yaşta, o yıl futbolunu Karagümrük'te sonlandırıyor. Babası gibi diş hekimi oluyor. Türk Dişhekimleri Birliği'nin kurulmasına öncülük ediyor. Sonrasında siyaset, Ecevit'in milletvekili ve ardından da Kadıköy Belediye Başkanı oluyor. Çok sayıda dernek başkanı ve üyeliği ve ille de, Kuşdili çayırında top koşturduğu halde tutkuyla bağlı olduğu Galatasaray'ı!
Mithatpaşa mı? Onu bir ara ne şiş ne kebap yansın diye Dolmabahçe diye anıyorlar. Sonra da, başlı başına kendisi İtalyan bir mimar tarafından çizilmiş anıt yapı olduğu halde yıkıp, yerine yenisini yapıyorlar; adını da ilk ismi olan İnönü'yü anmaktan zinhar kaçınarak...