Nasıl Geçti Habersiz, O Güzelim Yıllar…

KADİM dost Mustafa Temiz,  30 yıl önce çektirdiğimiz resimleri koymuş face'ine… Şöyle bir baktım da; hain zaman çok şey götürmüş hepimizden… O zamanlar başımız baş, saçımız saç, tenimiz ten, gözlerimizin feri fermiş....

KADİM

dost

Mustafa Temiz

, 30 yıl önce çektirdiğimiz resimleri koymuş face’ine…

Şöyle bir baktım da; hain zaman çok şey götürmüş hepimizden…

O zamanlar başımız baş, saçımız saç, tenimiz ten, gözlerimizin feri fermiş.

Yüzlerimizdeki gülücükler de daha bir içten, daha bir güzelmiş.

İlişkilerimiz daha samimi, daha içtenmiş.

Ya şimdi?

Şimdi öyle mi?!...

* * *

1983 ve 1989 yılları arası...

Alanya’daki ilk altı yılım...

Ne güzel, ne yaşanası yıllardı, o yıllar...

Hep arar, hep özlerim o yılları ve de o günleri...

Sadece ben mi?

O tarihlerde Alanya’da yaşayan, Alanya’da olan, Alanya’yı bilen herkes çok ama çok arar o yılları…

Ne güzel günler, ne güzel yıllardı; o yıllar...

Alanya, işte o zamanlar Alanya’ydı...

Saftı, bakirdi, temizdi...

Her yer; “portakal çiçeği”, kokardı...

Yeşildi, yemyeşil...

Herkes birbirini tanır, sever ve sayardı...

“Hatır” vardı o zamanlar, “gönül”, vardı.

Hoşgörü vardı... Tatlı dil, güler yüz vardı... Arkadaşlık, dostluk vardı...

“Güven” vardı, “vefa” vardı, “yardımlaşma” vardı...

Söz ağızdan çıkar, kimse kimseye “yanlış yapmamaya”, özen gösterirdi...

“Adam gibi” adam olmayana, “delikanlı gibi” sözünde durmayana; hoş gözle, bakılmazdı...

Dara düşenler gözetilir; “gururu incitilmeden”, “onurunu zedelemeden” yardım teklifini götürebilecek bir yakını aranır, bulunur ve o kişiye; kimselere duyurmadan, yardım edilirdi...

“Bölüşmek”, “paylaşmak”, “Alanya için üretmek” gibi; güzel hasletler vardı...

Sınırsız bir “güven ortamı” vardı... Bir kuru sözle, milyarlar (borç olarak) alınıp, verilir; senetsiz sepetsiz arsalar, binalar el değiştirirdi.

O zamanlar bu kadar dernek ve kulüp enflasyonu yoktu...

O zamanlar kapris, ihtiras, gösteriş gibi kavramları bilmez ve tanımazdık...

O zamanlar “her şey, Alanya için”di...

O zamanlar “baş olmak” için, “gösteriş yapmak” için değil; üretmek ve topluma yararlı olmak için, çalışılırdı... Olanaklarımızı, gücümüzü, enerjimizi parçalayıp, bölmez; tam aksine birleştirirdik...

O zamanlar adam gibi kutlardık ulusal bayramlarımızı…. Her Cumhuriyet Bayramında balolar düzenlerdik.

O zamanlar birlik, dirlik ve uyum vardı.

O zamanlar çok kanallı televizyonlardan, bilgisayarlardan, cep telefonlarından bihaberdik...

O zamanlar “internet” gibi, “mail” gibi, “chat” gibi kavramları da bilmezdik...

O zamanlar her gün birlikte olmaktan büyük keyif aldığımız dostlarımız vardı. Dostlarımızla telefonla görüşerek değil, karşılık görüşerek mutlu olurduk.

O zamanlar “gönül bağı” gibi, “hatırşinaslık” gibi, “kadirşinaslık” gibi insani duygularımız vardı.

O zamanlar hiç kimse, “Başkasının mutsuzluğu üzerine, kendi mutluluğunu tesis etmez, başkasının cebindeki parayla, hovardalık(!) yapmaya kalkmazdı...”

O zamanlar kimse kimseyi, kendi çıkarı, kendi sorunları için darda, sıkıntıda bırakmazdı.

O zamanlar icra nedir, icra memuru kimdir, bilmezdik....

O zamanlar her sorun, hemen mahkemeye intikal ettirilmez, mahkemelerin de bu denli yoğun işi olmazdı...

O zamanlar bu tür sorunlar, “önemsiz, basit” sorunlardı... Sorun bile edilmezdi. Olmadı; etkin ve yetkin kişilere başvurulur; onlar çözer, onlar uyuştururdu insanları…

O zamanlar masamızın üzerinde ekranlı telefonlar yoktu. Bizi kimin aradığını bilemezdik. Dolayısıyla “işimize gelmeyenlerle görüşmeme” gibi, terbiyesizlik ve görgüsüzlük yapma şansımız (!) da olmazdı...

O zamanlar sekreterlerimize, “yalan” söyletmezdik (söyletemezdik). “Varken”, “yok” dedirtmezdik kendimizi….

O zamanlar “ayıp” şeylerdi bunlar.

... ...

O zamanlar bu kadar otel, motel, restoran, gazino, bar ve eğlence merkezleri yoktu... Banana, Panorama, Alantur, Alâaddin, İncekum, Alara gibi gözde otellerimiz; Bayırlı, Bistro, Belkız, Anılgan, Damlataş, Gölbaşı gibi rağbet gören gazinolarımız, barlarımız vardı...

Bu mekânlarda; dostluk arkadaşlık vardı, muhabbet vardı, meşk vardı, (masadan masaya) izzet-i ikram vardı...

... ...

Şimdi?

Şimdi, bilmiyorum bu güzelliklerden, bu güzel hasletlerden hangisi (veya hangileri) kaldı?

Ne güzel günler, ne güzel yıllardı o yıllar...

Sonra?

Sonra; birilerinin(!), bütün bu güzellikleri alıp götürdüğünün, ayırdına vardık. Nasıl da ilgisiz, nasıl da aymazmışız meğer!

Nasıl da gafil avlandık!

... ...

Gözümüzü açtığımızda gördük ki; sevgimizi, saygımızı, hoşgörümüzü ve hazlarımızı alıp götürmüşler...

Hatta delikanlılığımızı, hatta insanlığımızı...

Ve hatta, yeşilimizi ve mavimizi...

Neşemizi, kahkahalarımızı, sevdamızı ve de umutlarımızı, alıp götürmüşler...

Daha da acısı, onurumuzu ve gururumuzu çalmışlar(!)...

... ...

Zaman zaman düşünürüm; “acaba geri gelir mi, o günler!?...” diye... “Bir daha yaşayabilir miyiz, o güzel günleri!?” diye...

Ne güzel, ne sağlam, ne yaşanası yıllardı, o yıllar...

Nasıl geçti habersiz...

Nasıl da geçti o güzelim yıllar...