Güneşli bir bahçeye uyandık sabahları,göğe baktık,ağaca,çimene… Kuşların sesini duydu ruhumuz, çaydanlıktan kaynayan suyun sesi geldi, taze çay koktu mutfak, bir çocuk cıvıldadı içerden, bir kedi dolandı ayağımıza. Bir küçük saksıda naneye dokunduk, salıverdi güzel kokusunu ortalığa. Elimize değdi kokusu, ruhumuza, çocukluğumuza. İşin gücün koşturmasını unutturacak bir takım güzellikler sardı etrafımızı. Gülümsedik, şükrettik, kendimize geldik, yaşamı hissettik. Başka bir yerlerde başka evlerde başka mutfaklarda başka sesler yükseldi. Niyetimiz iyiden yana olduğundan, dileğimiz hep güzel kokularda, güzel seslerdeydi. Yatağından yalnız kalkıp sessiz evlere uyananlara da umuda dair dileklerimiz vardı. Göğün bir kuşu küçücük penceresine konsun ve uyandırsın ruhunu istedik. Uzaklardan bir köpek havlasın “ben de varım merak etme” desin diye. Çayı kahveyi karıştıran kaşığın sesi evi doldursun. Kalk desin, uyan. Gün tüm güzelliğiyle sana hazırlandı.
Niyetimiz iyiden yana olduğundan, dileğimiz hep güzelliklerdeydi.
Sonra sokağa çıktı yüzümüz, sarıldık, kuşatıldık, yağmalandık. Elimizde nanenin duru güzelliğinin kokusu vardı ama gönlümüzü orkidelere kaptırdık. Kimsenin bilmediği yerlerde ruhumuzu doyuran naneyi, rengi, ihtişamı, beğenisi var diye orkideye değişiverdik. Bu zaman öyle bir zaman ki biz bilmeden kendimizi cilalı renkleriyle bizi hipnoz eden “şeylere” adadık.
Şifayı nanelerde arayıp, orkidelerin büyüsüne kapıldık.
Zaman bize fakirliğin az olanda olduğunu dayattı, sadeliğimizi fakirlik zannedip utandık, oysa ne fakirlik utanılacak bir şeydi, ne sadelik.
Ambalajlar önce gözlerimizi sonra ruhumuzu sardı, dışarıdan rengârenk görünen plastik janjanlı paketlerimiz içeride bizi boğdu. Nefessiz kaldık. Öldük.
Çocuklarımızı başka çocuklarla kıyaslayıp, evlerimizi başka evlerle yarıştırır hale geldik. Kendimizi köşeye fırlatıp attık ve orada gördüğümüz bir başkası olmak için ha gayret paralandık. İşlerimizi, eşlerimizi yarıştırdık. Hep üçüncü kişilerin “var” larıyla elimizdekini “yok” saydık. Sistem bizi varla yok arasında sıkıştırdı, anlamadık.
Herkes aynı mı olmalıydı sanki? Tavus kuşlarıyla, martılar bir miydi? Tavus kuşlarının ihtişamlı kuyruklarına ve bir martının göğün tepesinde özgürce süzülüşüne hayran olmadık mı? Her hal kendine özel değil miydi? Herkes kendince kıymetli? Kirpi yavrusunu “pamuğum” diye severken… biz … neden?
Her coğrafya kendi doğasında gelişiyor, her hane kendi sistemiyle yeşeriyor. Birileri uzun ve gösterişli masalarda yiyor lokmasını, birileri yer sofrasında. Birileri özel eğitimlerle gelişiyor hayata, birileri köy yolunda saatlerce yürüyerek ulaşıyor tek sınıflı okuluna. Özü bir;hepsi çocuk, hepsi insan.
Ne şartlar altında yaşarsak yaşayalım mesele öze sahip çıkmakta. Yürüdüğümüz yollar, yaşadığımız yıllar gibi. Gün gün değişiyor mevsimler, manzaralar. Bir deniz kıyısında doğup, yürümeye başlıyor bazılarımız; yıllar yollar boyunca dağları, bataklıkları, yağmur çamur yolları, uçurum kenarlarından düşen kayaları görüyoruz. Karın içinde açan çiçekleri, vadileri, nehirleri, zirveleri, ovaları, okyanuslar aşıyoruz, derelerde çakıl taşları sayıyoruz. Bu biziz hepimiz kendi rotamızda kendi yolumuzda.
Mesele; Şifayı nanelerde arayıp, orkidelerin büyüsüne kapılmamakta…