Hayatın getirdikleri ve götürdükleri öylesine farklı ki, bu farklılığa neden olan bizleriz, aslında…
Fark ederek yaşamak…
Altı çizilesi, uyumlu kelime birlikteliği…
“10 numara 5 yıldız” denilesi cinsten…
Evet, kaçımız “fark ederek” yaşıyoruz?
Kaçımız “farkın farkında”yız ve
Kaçımız “fark ederek yaşama”nın keyfini doyasıya çıkarıyoruz, dersiniz?
Oldukça az kişinin “bu konuda ayakta alkışlanılası” ve de “parmakla gösterilesi” olduğunu biliyor olsam da bu soruya tam teşekküllü bir cevabım, üzgünüm ki yok…
Oysaki zaman…
O, öylesine hızlı ve umursamaz ki…
Sanki güneş gözlüğünü takmış ve burnu havada bir şekilde takılıyor…
Akışına ayak uydurabilenleri bağrına basan ulvi kıymet “zaman”, bir saatin “tik-tak”larından çok daha fazlası…
Hangimizin garantisi var, yarına?
Hangimizin ek süresi var?
Bırakınız yarını, 5 dakika sonrasına hatta ve hatta 1 saniye sonrasına bile hiçbirimizin garantisi yok!
Peki, şimdi soruyorum sizlere; hal böyleyken bu hasetlik, çekememezlik, mide bulandırıcı düşmanlık, kin ve nefret niye var?
Peki ya sevgiden kaçar adım uzaklaşma, sevdiklerine sırtını dönme, “Birazcık burnu sürtsün!” inancı,
Neden, niye, niçin var, dersiniz?
Yüze gülüp arkadan konuşmak, birbiri ardına eklentilerle arkadan atıp tutmak, bağra basıp sırttan bıçaklamak da neyin nesi!?
Yapmayın Allah aşkına!
Geçenlerde bir yazı okumuştum. Şöyle diyordu, usta yazar: “Size iyi gelenlerin kıymetini bilin; zira her zaman yanınızda ol(a)mayabilirler.”.
Çok doğru!
Bir hiç uğruna, göz göre göre yitirilen canlar, en kanı deli zamanda kaybedilen ve sonsuza uğurlanan bir ömür…
Sonrası mı?
Sonrası yok!
Ölenlerin, yitirilenlerin ardından ne yapılsa nafile!
Bu yolculuğun sonu kat’i!
Geri dönüş yok!
Bir şans daha yok…
“Bu sizin dünyaya ilk gelişiniz, büyük ihtimal ki son gelişiniz…”
Can Yücel, anın kıymetine ilişkin der ki:
“Bir yolun varsa eğer; sona bırakma.
Bir sözün varsa; dilden yüreğe, hiç susma.
Görmen gerekiyorsa; birisini, git yanına.
Okşaman gereken bir yürek varsa; esirgeme ellerini.
Hayat çok zalim!
An gelir;
Elini, gözünü, yolunu, yüreğini alır, senden.
İşte, o zaman istesen de
Dokunamaz, göremez, gidemez, söyleyemez olursun.
Sakın unutma!”
An, bizlere sunulan kıymetli armağan… Büyük bir lütuf sebebi!
Henüz zaman varken, bir şeyler yitirilmemişken, unutulmaya yüz tutmamışken
Sarılın birbirinize, anı sevin ve zamanın kuru bir “tik-tak”dan çok daha fazlası olduğunun farkında olarak ayarlayın nefes alıp verişlerinizi…
Daha çok kenetlenin ve kocaman sevin.
Çıkarsız, koşul aramadan, sormadan ve sorgulamadan
Koskocaman sevin,
Kendinizi, zamanı, hayatın size kattıklarını ve daha nicesini…
Hayat akıp gidiyor; hiç kimseyi, hiçbir şeyi kaale almayan bir burnu havadalıkta...
Peki ya akıp giden hayat karşısında bizler... Bize ne oluyor, biz neler yapıyoruz ya da yapmıyoruz?
Oysaki biraz dursak...
Yalnızca biraz! Pek bir şey kaçırmayız sanıyorum.
Biraz nefes, bir fincan kahve, en özel ve en güzel duygularımıza eşlik eden fondaki iç ısıtıcı müzik...
Sonra mı? Sonra yine yeni yeniden diyerek yola devam...
Mecburen devam!
Arada sırada da olsa kendini hatırlamalı, insan. Hep hatırlamalı, unutmamalı...
"Hayat; ön provası yapılmamış bir tiyatro gösterisidir. Bu alkışı olmayan tiyatronun perdesi kapanmadan gülün, şarkılar söyleyin, dans edin, aşık olun... Hayatınızın her anını değerlendirin..." der, Charlie Chaplin.
İnsan, günlük hayatın hengamesine kapılıp, oradan oraya savrulup giderken nedense unutur, kendisini.
Şimdi lütfen arkanıza yaslanın ve bir düşünün, en son ne zaman kendiniz için bir şeyler yaptınız, hatırlıyor musunuz?
Kulaklarınızın pasını silecek, güzel şarkılarla dolu bir müzik DVD'sini en son ne zaman satın aldınız?
En son ne zaman bir kitabın sizi tepeden tırnağa etkilediğine şahit oldunuz ve en son ne zaman gülümsediniz aynadaki siluetinize?
'En son'lar, hayatımıza her dem katkı sağlayan vazgeçilmez yap-boz parçaları aslında...
Peki ya aşk?
Acısı?
Hatırlar mısınız lütfen; kafanızı yastığın yorganına altına gizleyerek ağladığınız geceleri, sabah uyandığınızda kocaman şişen gözlerinizin altındaki mor halkaları, kırılan kalbinizi ve asla geçmeyeceğini düşündüğünüz kalp yaralarını...
Evet, biliyorum. Acı çekmeyi o zamanlar sevmeseniz de şimdilerde minnettarsınız, o günlere. Sizi daha olgun, daha güçlü bir birey haline getiren, acılarınıza...
Evet insan canı yandığında ilgileniyor ne yazık ki kendiyle...