Karamanlı Mehmet Bey mi, Yusuf Bey mi?

Biz Alanyalılar ecdat olarak, şehre adını da veren Alaaddin Keykubat’tan başkasını tanımayız. Her ne kadar Keykubat’ı çatık kaşlı bir cengaver olarak anıtlaştırıp heykelini şehir girişine diktiysek de, o, çağının en aydınlık yüzlerinden birisidir.

 

Aydınlıktan kastım, elinde kılıç kafa keserek ülke fetheden, yağma yapan bir hükümdardan ziyade Keykubat’ın, Selçuklu devlet geleneğinin bir temsilcisi olarak anlaşmalar, uzlaşmalarla ülkesini idare edişidir. Tıpkı Alanya’yı fethetmeyişi ama zorlayarak teslim alışı gibi…

 

Diyeceğim odur ki, Anadolu Selçuklusu farklılıklara prim veren, ülkesindeki çeşitli etnik kimlik ve görüşlerin onlara zenginlik kattığını gören bir hükümranlıktı. Bunu en çok, resmi niteliği olmadığı için betimlemekten kaçınmadıkları han ve hamam duvarlarına nakşettikleri resimlerden anlarız.

 

Çok katmanlı bir tarihsel ve kültürel geçmişe sahip Alanya’da, ne yazık ki Anadolu Selçuklu’suna ait kamu kurum binalarından iz bulamayız. Arkeolog ve tarihçiler bunu, Alaaddin’in Alanya’yı kışlık bir nefes alma beldesi ve daha da önemlisi, Akdeniz ticaretine açılan çok önemli bir liman olarak gördüğü şeklinde yorumlar.

 

Eceliyle ölmeyen çoğu ecdadımız gibi Alaaddin Keykubat da erkenden yaşama veda ettirilince, Alanya tarihi sanki onunla bir boşluğa düşmüş gibidir. Sonrasında, taa ki Osmanlı’ya kadar beyliklerle idare edildiğini okuruz.

 

Bu yerel hükümdarlardan birisi de Karamanlı Yusuf Bey’dir. Ünlü Faslı gezgin İbni Battuta’nın“Seyahatname”sinin mütercimi olan Daniel Gibson, Battuta’nın Alanya’yı ziyaretinde Yusuf Bey’i de anlatır. 1333 yılında Alanya’dan Türkiye’ye giriş yapan Battuta ilk önce şehrin kadısı Celaleddin Al Arzanjani ile, muhteşem diye adlandırdığı kaleye gidip orada Cuma namazına katıldığını söyler.

 

Ertesi gün kadı Arzanjani onu Yusuf Bey’e götürür. Battuta, Bey’i“Yusuf Bak” diye çağırmakta, Seyahatname’de de “Bak” (Bey) kelimesinin “Kral” anlamına geldiği yazmaktadır. Ünlü gezgin, şehirden 15 kilometre uzaklıkta (muhtemelen Cikcilli, Çıplaklı sırtları) oturmakta olan Yusuf Bey’in, onu yamaçlarda değil, deniz kenarında (!) karşıladığını söyler.

 

Yusuf Bey, kumsala bakan bir tepecik üzerinde yalnız başına oturmaktadır. Sağında ve solunda, biraz daha aşağıda emir ve vezirleri yer alır. Bey’in saçlarının çok koyu siyaha boyalı olduğu gezginin gözünden kaçmaz.

 

Onu selamladıktan sonra, seyahatinin nasıl geçmekte olduğunu soran Yusuf Bey’e detaylıca bilgi verir. Sonra Bey’i yalnız bırakır. Bey ona çok kibar davranacak, hediye olarak da para gönderecektir.

 

İnsan hayal kurmadan edemiyor; şimdiki Alanya ahalisinin pek bilmediği Lifos’un Suyu bölgesindeki kayalıkta ya da kale arkası yani Trata kumsalındaki taşların üstünde oturan hükümdarı düşlüyorsunuz. O, elinde kılıç ülkeler fethetmeye hazırlanan haşin bakışlı kral yerine, bulunduğu coğrafyaya yani Akdeniz’e aşık bir modern zamanlar lideridir. Kim bilir, yüzyıllar sonra Alanya’nın bir turizm kenti olabileceğini bile kestirebilen bir akıllı adam…

 

Yüzü denize dönük bir Karamanoğlu olarak, 1293 yılından başlayarak Alanya’yı yöneten hükümranlığın temsilcisi olan Yusuf Bey’in zarif bir heykelini şehrin merkezinde görmek istemez miydiniz? Alanya ile ilgisinin ne olduğu konusunda pek bilgimizin olmadığı, “Sarayda Türkçe konuşulsun” dedikten bir ay sonra ne yazık ki öldürülen Karamanlı Mehmet Bey yerine, Yusuf Bey’i tercih etmez miydiniz?

 

Bitirirken bir de aylak bilgi: 13. Yüzyılda Türkçe tabii ki sarayda konuşuluyor ama resmi geçerliliği olmuyor. Sarayın resmi dili yine Farsçadır. Eğer o devir için bir “Türk dili kahramanı” aranacaksa o da Yunus Emre’dir. Bu anlamda heykeli dikilmeyi hak eden, Türkçe’yi en iyi konuşan ve yayan bir Anadolu halkı ozanı olarak…