Yine ansızın yakalandım yağmura... Hoş hep böyle oluyor ya zaten ansızın yakalandığımız ayrılıklar gibi... Oysa sakin sakin yürümek vardı şehrin dar sokaklarında. Kimseye ilişmemek...
Çok sonra üşüdüğünü hissederek irkildim. Saçlarım ıslanmış ve elbiselerim ise yağmurla birlikte ıslanmıştı. Ayakkabılarımın rengi ise yağmurun ıslattığı yerdeki çamurdan seçilemeliyordu.
Etrafıma bakındım ve benden başka canlıların olduğunun farkına vardım bir anda. O ana kadar sanki dünyada tek başıma gibiymişim, yalnızlığın da vermiş olduğu derinlik ile adımları atıyordum.
Yalnız olmadığını, köşedeki çocuğun olmayan elbiseleriyle açık yerlerini örtmeye çalıştığını gördüğümde anladım. Ötede parkta oturan bir adam, gözlükleri ve uzunca cevizden bastonuyla tıpkı dedemi andırıyordu. Hareketsizdi ve yağmur bardaktan boşanırcasına, belki ihtiraslarına mağlup insanları paklamak için, belki de zamansız yağışıyla akıl sahiplerine bir ders vermek için, hınçla yağıyordu.
Ve parktaki adam, sanki ihtiraslarına mağlup olanlardanmış da paklanmak istiyormuşcasına göğsüne, gözlüğüne ve bastonuna büyük bir sessizlik içerisinde konuk ediyordu yağmur taneciklerini...
Sonradan daha çok hissettim ıslaklığı birden.
Yağmur hızlanmış, ben de hayli ıslanmıştım.
Sağa koştum, sola koştum...
Dam arası, köprü altı, otobüs durağı aradım boş yere...
Çaresiz ben de bıraktım kendimi yağmurun kollarına.
Benim için çaresizliğin ne de doğal olduğunu düşünerek bilmediğim bir yöne doğru yol almaya koyuldum.
Caddeler, karınca ordusunu andırırcasına hıncahınç dolu caddeler, ölümü hatırlatırcasına bomboş kalmıştı.
Tek tük geçen arabalar, burasının ölü bir şehir olmadığını ispatlarmışcasına gürültü çıkararak geçiyorlardı sadece...
Şimdi daha da yalnızım...
Bomboş olan kaldırımlardan yürürken, neredeyse adımlarımdan başka ses duyulmuyor.
Ve korkuyorum şimdi yalnızlıktan...
Yürürken adımların tek tük seslerinden insanın yalnız olduğunu hissetmesi kadar zor olan başka bir duygu var mı? Vardır belki ama, o anda bundan zoru olduğunu düşünemiyorum.
***
Sözcüklerin penceresinden bakınca bir "acı", duyguyla düşünce arasındaki loşluktan "riya" gözüküyor.
Düşünceyi duyguya dönüştürmeyen ve insanî hendeklere örtük taşlar fırlatan her sevgiyi arzın yüzüne çarpmak gerek.
Acıdan doğmayan kelimelerin nasıl "evrensel içeriğe" sahip olduğunu düşünebiliriz?
Bu yüzden aklımız ayrı bir yerde, gönlümüz ayrı bir yüzyılda.
Kalbi besleyen damarlarımız kesilerek ruhumuz çalınıyor.
Gövdemizin semizliği ruhumuzun büyümesine yoruluyor.
Hayatın özündeki "şiir mantığını" yitiriyoruz.
Kalbimiz ayrı aklımız, ayrı bir dil konuşuyor.
Yüreğimizle dilimiz arasındaki sonsuz uzaklıkta yitirdiğimiz o hayattan kelimeyi arıyoruz.
Benliğimizdeki perdelerle, kalbi olmayan bir akılla o ilahî öğüt nasıl kavranılabilir?
Zekice hissederek inanmak!
Ya romantikler!..
Hiçe inananlar!..
Onlar ne yapacaklar?
Onların yapabilecekleri pek fazla bir şey yok...
Ya mazi ile avunup, beyinlerinde geliştirdikleri olaylarla yaşamaya devam edecekler, ya da gerçek hayata dönüş yapacaklar.
Gerçek hayata dönüş ise o kadar kolay olmamalı...
Geçmişin izlerini bir anda silip, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edebilir misiniz?
Deneyin bakalım olacak mı?