Yerimden kalkarak ateşe attığım bir kaç odunun çıtırtılar çıkararak yanıp güçlenen ateşin yalımlarında kızıl yeleli atı seyrederken kendi kendime soruyorum bütün bunlar gerçek mi yoksa rüya mı? Veya hayat gerçek mi? yaşam gerçek mi? yoksa bir yansıma mı? Mutasavvıfın dediği gibi biz tanrının kendi güzelliğinin bir tecellisi miyiz? Gerçekten yaşıyor muyuz? Ölüm gerçek mi? yoksa odamı bir yansıma. Eğer ölüm bir vuslat, bir öze dönüş, bir yansımaysa gerçek olan nedir. Germek ölüm nedir? Ben gecenin bu saatinde ateşin şu kızıl yalımlarında arkadaşımı yaşatabiliyorsam gerçek bir ölüm yok. Ruhun vuslata ermesi, özüne dönmesi maddesel bedenin yok olması var. Maddesel bedenin yok oluşunu saymazsak o bedenin sahip olduğu ruh, o bedenin sahip olduğu yansımalar hep gönüllerde hep kalplerde hep evrende. O zaman ölüm bir maddesel bedenin yok oluşundan başka bir şey değil. Bu durumda biz insanların ölüm dediği maddesel yok oluşa da üzülmek gereksiz. Bütün bu karmakarışık duygular ile güneşin doğuşuna Kartal Dağı’nın bağrında Çağlayan İn’de şahit oluyorum. Güneşin ine girmesi, beni ısıtmasıyla gevşemişim. Uyandığımda vakit öğleye yakındı. Karnım açtı fakat yemek istemiyordu canım. İnin üst tarafından tertemiz karlardan helvama karıştırıp yaptığım özel bir dondurmayla karnımı doyurdum. Ölüm gerçek bir yok oluş olmadığına göre beni üzmemeliydi. O günden sonra biz insanların ölüm dediği olgu beni hiç üzmedi. Şevket’in acısına dayanabildiğime göre bütün acılara dayanabilirim ümidiyle Çağlayan İn’den çıktım. Cevizlidere’ye gelip arabanın kontağını çevirince vakit akşamla yatsı arasıydı. 1986’nın ilk çeyreğinde Ankara’dan Yalçın Önyürü arayıp bana orijinal bir tüfek bulduğunu müjdesini verdi. Hemen Ankara yollarına düştüm. Çetin Öztaş isminde bir Albay Erzurum’dan Ankara’ya tayin olmuştu. Artık meslek hayatına Ankara’da devam edecekti. Ankara’da alacağı daire için sahip olduğu 30.06 çaplı yarım otomatik Renington tüfeğini satmak istiyordu. Orijinal bir tüfek için yanıp tutuşuyordum ama Çetin Albay bana pazarlık şansı bile vermeden tüfeğe büyük bir bedel istiyordu. Bu bedelin o yıllarda beni çok sarsacağını bildiğim için elimdeki tüfeklerden birini satarım düşüncesiyle Alanya’ya döndüm. Benim tüfeklerede zaten bir sürü müşteri hazırdı ama ben kendi gençliğimin hırsını bulduğum sonradan sağlam sarsılmaz dostluk kurabileceğim Ahmet Güven’i müşteri olarak seçtim ve Vincester tüfeğimin devrini ona yaptım. Oradan aldığım bedelin üstünüde ekleyip Reningtona sahip oldum. Çetin albay Allah için tüfeğine çok iyi bakmıştı. O yıllarda Türkiye’de bulunmayan özel aksesuarları, özel kılıfıyla bana mermilerini de verince dünyalar benim olmuştu. Vincesteri Ahmet Güven’e vermekle ne kadar büyük bir isabet kaydettiğimi ileriki yıllarda bütün Alanya avcıları görecekti. Ahmet Güven gerçekten çetin bir dağcıydı. Dağda, avda hiçbir şeyden çekinmez, deyim yerindeyse gözünü budaktan sakınmaz bir dosttu. Kısa zamanda dürbünlü tüfek üzerinde tam bir hakimiyet sağlayıp tüfeğin gücünü neredeyse yeniden kanıtlamıştı. Onun bu başarısından sonra silah kullanana göre güç kazanır veyahut kaybeder sözünü yazıp av müzeme astım.
DEVAM EDECEK