Bir sohbette, gençliğimde kızgın kum üstünde top oynadığımızdan bahsediyordum. Karşımdaki hayretle, “O yıllarda yaylaya göç etmez miydiniz?” dedi. Ona çocukluğumda birkaç kez gittiğimizi, sonrasındaki bütün yaz aylarını deniz kenarında geçirdiğimizi söyledim. Hala inanmaz gözlerle bakarken anlatmaya koyuldum:
“Denizin dalgalarının sahile vurup, sonrasındaki geri çekiliş hışırtısını duyarak büyürsen zaten denizde doğmuşsun demektir. Yüzme faslı erken gelir. Su kabaklarını birbirine bağlayan çamaşır ipi koltuk altlarını kestiği için artık denemek istemezsin. Denizde babana doğru çırpınırken, onun geriye doğru uzaklaşıyor olmasına bağırarak kızarsın. Aslında ona kadar yüzdüğün için gururlusundur.
Denizle ilk yalnız kaldığında fark ettiğin, hareket etmediğinde bile batmadığın olacaktır. İlk bilim dersi burada başlamıştır; özgül ağırlığın sudan hafif olduğu için yukarı itilmektesindir. Yaşamın kaynağı olan suyla zaten barışık olduğun aklına gelir. Kolay değil, dünyaya gelmek için dokuz ay on gün suyun içinde keyif çatmışsındır.
Deniz ile bir ömür boyu sürecek, zaman zaman gerginleşecek ilişki onun kurallarına uyduğun ölçüde gelişir. Kazandığın deneyim kadar onunla başa çıkarsın. Su yuttuğunda, kramp girdiğinde ne yapacağını bildiğin kadarıyla su dostundur. Suyun rezistansı yani karşı koyma gücü, su içinde düzgün devinimler yaptığında kolaylıkla aşılacak cinstendir. Yüzme de dâhil olmak üzere yaptığın her doğru hareketin yansıması aranızdaki yumuşak ilişkiyi gösterir. İlerleyen yaşında onun sakinliğine, tedavi edici gücüne sığınırsın.
Fen dersi deniz suyunun sesi geçirmemesi özelliğiyle devam eder. Oyun oynarsın; şehrin kendince çekilmez bulduğun uğultusu kafanı birazcık içeri soktuğunda kaybolacaktır. Aksine, çok uzaktaki bir teknenin motor sesini yakınında hissedersin. Parlak güneş ışığının deniz dibinde yarattığı altıgen kırınımın nedenini, denize mavimsi yeşilimsi rengi verenin gökyüzü olduğu gerçeğini sonradan öğrenirsin. Evrenin mükemmelliğini, bütünlüğünü derse girmeden denizde deneyimlersin.
Dingin bir denizde açıldığında çok belirgin olan ufuk hattının bir türlü ulaşılamıyor olduğunu hissetmek dinlendiricidir. İnsan kendini, sınırları olmayan bir uzay boşluğundaki mikro parçacık olarak görür, egolarından sıyrılır. Ufuk hattı ile yataydan, en düşük düzeyden hizalanmak, “küçük dağları ben yarattım” duygusundan insanı kurtarır. Bazen de açık denizde yalnız kalmak korkutucudur. O zaman önlem almayı düşünmez, bunu geçmişe bir meydan okuma olarak görürsün.
Deniz dibinde avlanarak gezen levrek, üstünde yüzmekte olan senden kaçmaz. Sana deniz canlısı muamelesi yapmaktadır, eşitlenirsin onunla. Aynı kumsalda büyüdüğünüz deniz kaplumbağası da öyle; sudan çıkardığı kafasının iki yanındaki pörtlemiş gözleriyle sana tanıdık bakar. Gençliğinde sahanıza girip futbol oyununuzu bozan kum yengeçlerinin artık olmayışına hüzünlenirsin.
Açılıp şehre baktığındaki panoramik görünüm her şeyi çırılçıplak gösterir. Orman varlığının nasıl tehdit edilerek yapılaşmaya açıldığını, hala açılmakta olduğunu; Alanya yarımadası üstündeki kadim dokuyu bozma girişimlerini net olarak gözlemlersin. Yarımadanın ancak önündeki deniz ile bir değer oluşturduğunu bir kez daha deneyimlersin.
Deniz yaşamın kaynağıdır. Onunla barışık olmak ayrıcalıktır. İnsanın kendisini geçmişiyle anıp, onunla temellendirmesi işini ben biraz abartmış olmalıyım; milyarlarca yıl önce denizden çıkmış bir canlı olarak denize her dönüşümde kendimi bulanlardanım. Ayrıca, aynı sularda yüzenlere de saygı duyanlardanım. Onun için siz siz olun, yaz ayları boyunca ayağını denize sokmayanlara prim vermeyin. Paçalarını sıvamalarını isteyip bakın bakalım, kıllı bacaklar hala beyaz mı?