Tarihi bir günü yaşamak için sabah erkenden kalktık. Yakın tarihe yön veren, Türkiye’yi de etkileyen iki düşünce adamının doğduğu köyleri gezeceğiz
MİRSEYİD
Sultan Galiyev’in babasının köyü KIRMISKALI (karıncalı demekmiş) köyünde Galiyev ve babasını tanıyan hiç kimse yokmuş. Biz, doğruca Sultan Galiyev’in doğduğu Sterlitamak şehrinin Elimbetova köyüne geldik.
Köye ilk kez 1890 yılında cami yapılmış. Galiyev’in babası bu köyün hem öğretmeni hem imamı olmuş. Yani köyün mollasıymış, maaşını devletten değil köyden alıyormuş. Galiyev’in annesi Aynilhayat, Mirza, baba tarafı da Seyyid unvanlarını taşısalar ve Peygamber soyundan gelseler de çok yoksul bir aile imiş. Babası, mollalık, çobanlık, marangozluk gibi ek işler de yaparmış.
1892 yılında burada doğan Galiyev, 6 yaşında okumayı öğrenir, Okulu teşekkürle bitirir, babasından ayrıca Rusça öğrenir. Galiyev, 15 yaşına geldiği zaman, namazını kılar, orucunu tutan bir öğrencidir ve Kazan öğretmen okulunu kazanır. 1911’de, bu okuldan millîyetçi, halkçı, ilerici, devrimci fikirlerle yüklü bir aydın olarak mezun olur. Kazan ve Bakü gibi birçok yerlerde öğretmenlik yaptı. Çok uzatmadan 1917 devriminden sonra Müslüman Kongresi Yürütme Sekreterliğine seçildiğini ve siyasete başladığını söyleyelim..
Kazan’da katıldığı devrimci gösterilerde olağanüstü teşkilatçılığı ve hitabetiyle dikkati çekti. Kızıl Bayrak adlı Rusça dergiyi çıkardı, Bolşevik partisine girdi. Bolşeviklerin Türk halklarına, hürriyet ve istiklâl vereceğine inanıyordu. 1918 Bolşevik Parti toplantısında İdil-Ural Cumhuriyeti kurulmasını istemişti. Parti, Kızıl Ordu kurulmasını isteyince, Galiyev; Tatar-Başkurt Taburları ile Müslüman Kızıl Alaylarını oluşturdu.
Sultan Galiyev, Türk (Müslüman) Komünist Partisi başkanlığına getirildi. Bu yıllarda Galiyev. Türkler ve Müslüman Komünistler arasında çok seviliyordu. 1920’de Komünist Parti Kongresinde İdil-Ural Cumhuriyeti isteğini yine dile getirir. Fakat Stalin bu talebi bizzat reddeder. O sırada, Bolşevik Komünist Partisi’nde, Rus Devrimi’ni başaran 3 büyük ve kuvvetli lider adam vardır. Lenin, Stalin ve Sultan Galiyev. Galiyev’i 4. adam olan Troçki bile öve öve bitiremez.
Bu arada Lenin hastalanır, hiçbir parti toplantısına gelemez olur. Rusya, Ankara ile bir dostluk anlaşması imzalar. Her yıl toplanması kararlaştırılan “Doğu Halkları Kurultayı”ndan vazgeçilir. Sultan Galiyev, cepheden çağrılır ve Moskova’daki Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi Rektörlüğüne atanır. Artık ihtilâl başarılmış, komşularla anlaşmalar yapılmıştır.
1923 Nisan ayında yapılan Komünist Partisi toplantısında Galiyev, Ankara’nın casusu olduğu, Türkistanlı Basmacılar ve Enver Paşa ile işbirliği yaptığı ileri sürülerek partiden ihraç edildi. (Bildiğimiz gibi o tarihlerde Enver Paşa da Ruslara karşı Afganistan’da Basmacılar hareketine komutanlık eder, fakat şehit düşer.)
Galiyev, arkasından, Rus gizli polisince tutuklanır. 8 ay sonra geçmiş hizmetleri dikkate alınarak serbest bırakılır. 1928 yılında yine tutuklanır. 1934’te serbest bırakılır.
1937 yılında bir daha tutuklanır ve çeşitli işkenceler yapılır, yanak ve çene kemikleri mengene ile sıkıştırılarak kırılır, hayaları ezilir. 8 Aralık 1939 yılında idama mahkûm edilir. 28 Ocak 1940 sabahı Lefort hapishanesinde bizzat Stalin’in emriyle İçişleri Bakanı Lavrenty Beria tarafından kafasına kurşun sıkılarak öldürülür. Böylece, ihtilâl bir daha çocuklarını yer. 30 Mayıs 1990 tarihinde SSCB Yüksek Mahkemesi kararıyla aklanır ve itibarı iade edilir.
Sultan Galiyev, Rus’ların Doğu Halklarına Özgürlük verilecek” sözüne inanarak, kendi milleti Başkurtlar, Tatarlar, Çuvaşları Doğu Türk halklarını kurtarmak ve özgür bir İdil-Ural Müslüman devleti kurmak amacıyla Bolşevikleri, komünistleri desteklemişti. Ayrıca Sultan Galiyev’in tezi şuydu: Gelişmiş, sömürgeci ülkelere karşı, geri kalmış, fakir sömürgelerin hak ve çıkarlarını savunan bir “sömürgeler enternasyonali (birliği) istiyordu. Bu birlik tüm ezilen, mazlum ve sömürülen halkları içine almalıydı. Sultan Galiyev’in bu tezi, sonraki yıllarda doğru olarak kabul edilmiştir. Hatta bağımsız, geri kalmış 3. dünya devletler bloğu kurulmuştur.
Kendi milleti için ölümüne mücadele eden yiğit bir Türk’ün amacına ulaşamasa bile hayatı ülkücülere örnek olacak niteliktedir. Hareketini, keşke başarsaydı diyesim geliyor. O zaman İdil-Ural ve Doğu Türklüğünün ve Türkçemizin kaderi değişmez miydi?
Galiyev’in akrabalarının tamamı Stalin tarafından öldürülüp yok edilmiş. Bu köyde şimdi hiçbir akrabası yok, onları bilen de yok. Elimbetova köyünde, Galiyev’in ailesini, evlerini ve öğretmenlik yaptığı caminin öyküsünü bilen bir tek kişi var. Galiyev ailesi üzerinde araştırmalar yaparak öğrenmiş olan köyün emekli tarih öğretmeni Marat (Murat) Bey imiş. Onu yanımıza alarak önce II. Dünya Savaşı’nı anlatan Zafer anıtına gittik Orada kahramanların kabartması ve komutanın büstü vardı. Galiyev ile ilgili hiçbir emare ve iz yoktu. Bu köyden, 2. Dünya Savaşına 1944 yılında 500 kişi alınmış, geriye çok az kişi dönebilmiş.
Başkanımız Kadir Tosun ve Öğretmen Murat Bey. Sultan Galiyev’in babasının yıkılmış evi önünde, TV’ye demeç verirken.
Tarihçi Murat Öğretmen, bu köyde ortaokul ve lise tarih öğretmenliği yapmış. Anlatıyor: “Şu boş alanda cami varmış, Galiyev’in babası, bu camide öğretmenlik yapıyormuş. Komünist gençler Galiyev’in babasının evini, camiyi yıkmak istemişler. Halk karşı çıkınca merkezden gelen resmi heyet, hepsini yıkarak malzemelerinden köye okul yapmışlar. Evlerinin ancak işte şu bölümleri ve ahırı duruyor.”
Heyet başkanımız Kadir Tosun, Başkurt TV program yapımcısına ve kameraman Kamber Bey’e uzun bir demeç ve öneri verdi: “Biz Türkler, Başkurtlar ve Tatarlar bir kardeşiz. Babasının evinin ve camisinin bulunduğu yerde, burada Sultan Galiyev’in bir anıt müzesinin açılması gerekir. 1990’da SSCB Yüksek Mahkemesi, Sultan Galiyev’i aklamış ve itibarını iade etmişken anıtın ve müzenin açılması daha kolay olacaktır. Bizlerden ve Türkiye’den de destek ve yardım göreceğini burada söylemem gerekir. Bu büyük insanın her iki ülke ve Tük dünyası için ufuk açan düşünce adamını gelecek kuşakların hatırlaması gerekir. “
Murat öğretmen heyetimizi evine davet etti. Çok kısa zamanda 20 kişiyi doyuracak mükellef bir sofra hazırlatmış. Çay, bal, kaymak, kek gibi mahalli yiyeceklerle karnımızı doyurduk Biz yemek yerken eşi de kendi akardiyon çalarak Başkurtça bir konser verdi. Daha da güzeli, evin hanımının çeyiz sandığından çıkardığı Başkurt motifleri işlenmiş entari takımı muhteşemdi. Başkurt kültürünü yansıtan bu motif işlemeli ve düğünlerde, özel günlerde giyilen bufistanı, hanım arkadaşlarımız, evin kızı ve hanımı giyerek adeta defile yaptılar. Zevkle çektiğimiz fotoğraflardan birini de sizinle paylaşalım. Murat öğretmen, sofrasıyla, müziğiyle, defilesiyle unutamayacağımız bir Başkurt Türk konukseverliği gösterdi.
Birbirimizi anlamada güçlük çekmediğimiz konuşmalar, samimi bir sohbete dönüştü. Anılarımızdan silinmeyecek güzel bir ağırlamadan sonra bahçeye çıktık. Çok itinalı düzenlenmiş evi, her çeşit meyve sebzeleri bulunan bahçesini de gezdikten sonra ayrılma zamanı gelmişti. Başkanımız Kadir Tosun, her ziyaret ettiğimiz yerlerde olduğu gibi çantasındaki Türk Lokumu ve kendi yazdığı Urallara Doğru kitaplarını ve ben de Alâiye dergimi hediye ederek tüm aile ile vedalaştık.
Pazar günü acele ile yediğimiz sabah kahvaltısından sonra otelden ayrıldık. İşimbay şehrine geldik. Hava çiseliyordu, daha doğrusu bizim “enayi ıslatan yağmuru” cinsinden. Kimse arabasından inmedi. Ama ben bu tarihi anı çekmem gerekiyordu Yolumuzdan 200 m koşarak resimlerini çekip arşivledim.1935 yılında ilk petrol kuyusunu Azerbaycan Bakülü Türkler açmış. Sonra yine uzun süre petrol işlerini Azerbaycanlılar işletmişler.
Rusya’nın ilk petrol kuyusu (1935)
Diğer şehirlerle aynı özellikleri taşıyan ve önemli şehirlerinden biri olan Salavat’ şehrini de gezerek yolumuza devam ettik
Başkurdistan’ın 4. Harikası sayılan Şulgantaş mağaransa yaklaştık Ülkenin en büyük mağarasıymış. Güney Urallar’da Akidil Nehri’nin hemen sağ kıyısında. Giriş kısmanda bungalov konaklama evleri ve baraka lokanta var. Ağaçlar içinden geçen düzensiz yollardan mağaraya geldik. Taş devrinden kalma duvar resimleri, sarkıt ve dikitler var. 15 milyon yıl öncesine ait Yontma taş devri olduğu söylenen boyalar, kömürler av aletleri, kapkacaklar bulunmuş. Mağara kollarından birini gezerek döndük.
Mağara yolunda yine tuvalet problemleri yaşadık. Bungalow evlerin yanına geldik. İkindi olmuştu. Akşam yemeği hazırlığındaki baraka lokantasında bulgur ve mercimek pilavı, kuru pasta, çayla karnımızı doyurduk. Burası adeta hiçbir yerde görmediğim bir sivrisinek cenneti idi. Sanki proto tipi turizmin ilk acemilik örneklerini görüyordum.
İki gece kalacağımız Talkas Sanatoryumunda konaklamaya döndük.
Burası 42.000 nüfuslu Eberil ilçesi, fakat at sayısı 85.000 kadarmış. Aynı zamanda konukevi olan hastane kemik, üroloji problemlerine bakılıyordu. Radon gazı verilerek radyasyonlu 42 derece çamur tedavisi de yapılıyor. Buraya daha çok, komşu ülkelerden hasta geliyor.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra Sanatoryum Müdür Yardımcısı ve Başkurt atları uzmanı Salavat Bey, sanatoryumlar hakkında bilgi verdi. Kendisi ünlü Başkurt kahramanı Salavat Yulayev’in adını almış. Her sanatoryumun baktığı hastalık ve tedaviler farklıymış. Başkurt TV programcısı Kamber Bey ile tanıştırdılar. Konuştuğu Başkurtça’yı çok iyi anlıyorum. Turancı, millîyetçi bir şahsiyet. Hazırladığı “Vural ve Alpagut Efsanesi” belgeselini izletti. Tarihin bir bölümüne yine ayna tuttu. Başkurt TV için Kamber Bey, Başkanımız Kadir Tosun, Prof. Dr. Filiz Avşar ve Beni, İdil-Ural gezimizle ilgili görüşlerimizi aldı.
Hazırlık yapıldı. Uzman Salavat Bey, önderliğinde otobüsümüze yerleştik. Yarım saatlik bir yoldan sonra büyük bir Başkurt atlarının beslendiği çiftliğe geldik. Ağırlıklı olarak kırmızı, doru, beyaz, siyah, demir kırı, kula, al olmak üzere değişik donlarda 70’e yakın at vardı. Çitin içinden yeni salınmış, birbiriyle koklaşıyor, şakalaşıyorlardı.
At uzmanı Salavat Bey, Başkurt atlarının özelliklerini anlatmaya başladı “Türkler için atlar çok önemlidir. Bu yüzden kültürümüze, atlı kültür denir. Usta okçular at üstünde eğitim yaparak yetişirler. Başkurtlar, önce Altınordu, sonra Rus ordusunun kuş gibi uçan atlı birlikleriydi. Tolpar adındaki uçan mitolojik atların varlığına inanılır. Başkurt dilinde 10’dan fazla at ismi bulunmaktadır. Örnek, Başkurt kahramanı Salavat Yulayev, destanımızın kahramanı Ural Batur, AKBUZAT adındaki atıyla anılır. Destanının kahramanın dünyadaki yerini anlattı. Burada çiftliğin kenarında bir ev, bir karı koca vardı. At sağım ve kımız paketleme yerlerini gezdik. Bu arada yeni sağılmış kısrak sütlerini tattık.
Başkurt at çiftliği ve at sütünden kımız yapılan işletme.
Başkurtlar’ın çok önemsediği kımız kültürü çok eski tarihlere dayanır. Kımız, kısrak sütünün mayalanmasıyla oluşur. Kımız her saat içilebilen ve tedavi edici özelliğe sahip bir içecektir. Kımız asıl taze iken tüketilirse güzel olurmuş. Kımız için beslenen kısraklar, iye korunur, yük vurulmaz, üstüne binilmezmiş. Durdukça alkol oranı artar, ekşir, lezzeti azalırmış. Kımızın belirli saatlerde bekletilerek mayalanmışlarından satın alıp çantalarımıza koyduk. Beygirler, beğendiği kısrakları seçerek ve sahiplenerek kendisine ait öğrekler kurmuşlar. Otobüsümüz, Samara’ya doğru giderken korkunç bir patlama oldu. Hepiz irkildik ve korktuk. Silah araştırması yaparken, otobüs rafındaki bir kımız şişesinin patladığı kısa zamanda anlaşıldı. İçeri hep kımız köpüğü olmuştu.
Her beygir, kendi öğreğini çevirerek, ormanla çevrili geniş otlaklara doğru oynaşarak koşuştular. Uzun otlarıyla uçsuz bucaksız ovada karınlarını doyurarak akşama çiftliğe dönerlermiş. Kamber Bey, burada da İdil-Ural Türklüğü ile ilgili bir röportaj daha yaptı.
Biz de konakladığımız Sanatoryum’a döndük. Otelimiz önündeki göl kenarına indik. Komünizm izlerini silemeyen acemice bir plaj ve bir market yavrusu vardı. 4 arkadaşla kurduğumuz masada doyumsuz göl manzarasını ve yüzenleri seyrede ede meşrubatlarımızı yudumladık. Her birimizin açtığı konuları tartışarak, yorumlayarak akşam yemeğine ulaştık.
ORENBURG
Hızlı yediğimiz bir kahvaltıdan sonra Sanatoryum otelden ayrılıyoruz. Çok kötü ve çok uzun bir yolculuğa başlıyorduk. Her şeyden önce en çok korktuğumuz tuvaletlerdi. Gerçi artık öğrenmiştik. Sahra tuvaletleri bizim işimizi görüyordu. İhtiyaç molası verilince hemen uzaklaşıyor, bir engel buluyorduk. Bulamaz sak da tam sahra yapıyorduk. Ya kadınlarımız ne yapsın? Yollarımız da çok bakımsız, yamalı ve kötüydü. Bereket şoförümüz usta ve tecrübeliydi. Zar zor, yolumuz. Orenburg şehrinde noktalandı.
Orenburg kenti, 1743 yılında, Yayık (Ural) nehri kıyısında bir kale şehri olarak kurulmuş. Çarlık Rusya’sı Orta Asya’daki Türk yurtlarını kontrol ve işgal etmek, Rus yayılmacılığını buradan idare etmek amacındaymış.
Şehir turunda, yine atalarımızın izlerini aramaya başladık. Her toplumda olduğu gibi Türk milletinin de tarih boyunca yarattığı, kalıcı estetik, mimari sanat eserleriyle geçmişimizin izlerini görebiliyorduk. Önce tarihi İpekyolu kervanlarının konakladığı Kervansaray Camisi ve Külliyesini ziyaret için önünde durduk. Girişin iki kapısından hangisi olduğunu bilemedik. Kervansarayın yarısını polis teşkilatı işgal edip yerleşmişti. Odasına girip cami kapısını sorduğum da polis yol göstereceği yerde, tuhaf, anlamsız, donuk bir çehreyle önce baktı, sonra da hiç bir şey demeden masasına dönüp gitti.
Dışarıda, zaten hava çiseliyordu, yağmaya çalışıyordu. Gürültümüze cami kısmının kapsı açıldı. Güler yüzlü bir bayan hemen bizi içeri davet etti. Hepimiz bir oh çekmiştik. Her camide olduğu gibi burada da abdestlik ve tuvaletler ayrı ayrıydı. Her taraf temiz, cami içi oldukça düzenli ve halılarla kaplıydı. İdarecilerin ve imamın da düzenli bir ofisleri vardı. İmam erkelere, kadın da bayanlara yol gösterdi. WC ihtiyaçlarımızı giderdik, abdest alanlar huşu içinde namazlarını kıldılar.
Bir kısmımız da Hüseyniye Medresesini gezerken namazımızı kıldık. Atalarımızın tarihteki yaşantılarını da hayal ederek, burada namaz kılmanın ayrı bir tadı ve anlamı vardı. Buralara kadar gelmişken, hatıra olarak hayatımıza girmesi ayrı bir zevk olacaktı.
Görevliler bizimle yeterince ilgilendiler. Sanki Türklerin eski kervansaray geleneğinden kalan âdet ve konukseverlik örnekleri yaşatılıyordu. Hatta idareci bayan bizi bırakmadı. Otobüsümüze binerek şehirdeki mahalli yemeklerin bulunduğu lokantaya kadar bize eşlik etti. Kendisine teşekkür edip vedalaşarak ayrıldı.
Yemekten hemen sonra, ünlü Orenburg kazan katedralini gördük. Erken varabilmek amacıyla, acele 390 km uzaklıktaki Samara şehrine doğru hareket ettik. Filiz Hocanım, yine mikrofonu alıp anektodlar anlatmaya başladı. Yine sırayla bizleri mikrofona davet ediyordu. Her birimiz, şiir, öykü, fıkra, hatıra, başımızdan geçen enteresanları anlatıyordu. Yol uzadıkça uzadı gece oldu, şoför haricinde hepimiz uykuya dalmıştık. Gece sabaha doğru saat 4.00’te otelimizin önünde uyandık. Hemen odalarımıza çekilerek dinlenmeye daldık.