MERAMIMI
müsaadenizle iki günlük yazı dizisi halinde anlatmaya çalışacağım.
Hazırsak başlıyorum.
Sene 1996.
Vatani görevimi yapmam için önce acemi birliği Erzincan'a, ardından usta birliği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne gönderildim.
Askeri tabirle "teslim olduktan sonra" bizi 10'arlı şekilde sıraya dizdiler. Bir binbaşı geldi, benimle aynı gün teslim olan tüm askerleri önce uzaktan iyice bir süzdü, boyumuza posumuza, kaşımıza gözümüze baktı.
Ardından sırayla bir adım öne çıkarıp nereli olduğumuzu, sivil hayatta ne iş yaptığımızı, tahsilimizi, araç ehliyetimizin olup olmadığını sorduktan sonra herkese 15 ay sürecek yeni görevlerini tebliğ etti.
Sivilde elektrikçi olanı bölüğün elektrikçisi, su tesisatçısını taburun su tesisatçısı, fırıncıyı albayın özel fırıncısı yaptıktan sonra, sıra, benim gibi sivilde gazeteci olup askerde gazeteciliği pek işe yaramayacak mesleğe sahip olanlara geldi.
Sıra bana geldiğinde bir adım öne çıkmamı istedi, gazeteciliğimin ulusal mı yoksa yerel çaplı mı olduğunu, gazetedeki görevimi falan sorduktan sonra, "Verdiğin bilgilere göre Alanya'dan geliyormuşsun, orta düzeyde İngilizcen ve ehliyetin varmış. Daktilo bilginden dolayı seni yazıcı yapmalıyım ama şu an o kadro dolu. Bu yüzden artık komutanın hem postası hem de şoförüsün" dedi.
Bu, o koşullarda iyi bir şeydi, çünkü çaktırmadan 7/24 komutanın bir şekilde kıyısında köşesinde oluyordun ve bu da diğer askerler, hatta bazı komutanlar arasında görünmez bir zırha bürünmen anlamına geliyordu.
Sonra, hemen yanı başımda duran, 20 yaşında olmasına rağmen ailesi tarafından erken yaşta evlendirilmiş, ellerinizden öper bir oğlu bir kızı olan, Kayseri'nin falanca ilçesinin filanca köyünde ata mesleği çiftçilik ve hayvancılıkla geçimini sağlayan, 15 ay yan yana aynı yatakta yatacağımız, çoğu nöbeti aynı saate yazdırıp beraber aylarca nöbet tutacağımız tertibim Hüseyin'e geldi sıra.
Aileden çiftçi, gariban, İç Anadolu'nun kavruk insanlarından biriydi Hüseyin ve hem elleri hem de yüzü sanki 20 yaşında değil de 45-50 yaşlarında bir adamı andırıyordu.
"Sen" dedi, bize 15 aylık yeni yaşamsal kostümler diken binbaşı, "İlkokul mezunusun. Sivilde çiftçilik ve hayvancılık yapıyormuşsun. Üzgünüm, burada sana göre bir iş yok. Bu yüzden seni bölükteki 3 tuvaletin ve 5 musluklu bir çeşmenin sorumlusu yapıyorum" deyip öldürmekten beter etti Hüseyin'i.
Ben, turizm memleketi Alanya'dan aşağı yukarı aynı iklime sahip Kıbrıs'a gitmiş bir tatilci gibi, altımda hem komutanın resmi makam aracı, hem son model sivil Mercedes'i, sabah akşam bir o birliğe, bir o alaya, bir yenge hanımı çarşıya alışverişe götür getir ile askerliği yiyip bitirirken...
Kayseri'de zaten zor koşullar altında büyümüş, daha gençliğini bile yaşayamadan görücü usulü ile genç yaşta evlendirilip 20'sinde iki çocuklu bir baba ol-durul-muş, eşini ve çocuklarını köyde kendi anasına babasına emanet edip vatani görevini yapmaya gelmiş, olası bir savaşta vatan savunması için yapması gerekenleri öğrenmesi gerekirken 15 ayını 3 umumi tuvalet ve 5 musluklu bir çeşmeyi temizlemekle geçirmek zorunda kalmış kavruk Hüseyin, bir gece yarısı yine beraber nöbet tutarken, "Tertip, yanlış anlamazsan sana iki soru sorabilir miyim?" dedi.
"Tabi ki tertip, inşallah cevabını bildiğim sorulardır" deyip verdim sazı Hüseyin'in eline.
"Askerliği seviyor musun?" dedi, "Evet" dedim.
"Ben de eskiden severdim ama o ilk günden beri sevmiyorum" dedi.
Haklıydı, çünkü askerlik, onun için kamuflaj kıyafet ve komando beresi ile çekilmiş fotoğrafları ailesine gönderip vatanını savunan bir kahraman gibi görülmekten ibaret değildi artık, çünkü sabah akşam dışkı temizliyordu.
"İkinci sorun nedir?" deyince, kendisinden beklenmeyecek cümleleri peş peşe sıraladı.
"Seninle buraya nizamiyeden aynı gün girdik. Şimdi senin de üzerinde aynı üniforma var, benim de. Sen de aynı gün çıkacaksın buradan, ben de. Peki, sen neden posta ve komutan şoförü olabildin de, ben sorgusuz sualsiz tuvalette asker dışkısı temizlemeye mecbur edildim" deyince, suratıma okkalı bir yumruk yemiş gibi oldum ve o an bir kez daha sorguya çektim, "ilahi adalet" denilen kavramı.
Hüseyin belki o yaşında bu sorunun yanıtını gerçekten merak eden bir bilince sahipti ama benim o sırada ona ilaç olabilecek bir cevabım yoktu.
Zaman ilerledi, ben şimdi istediği tüm yanıtları ona verebilirim ama eminim 18 yıldır görmediğim Hüseyin, istediği o yanıtları, hem de fazlasıyla çoktan bulmuştur.
Bu arada...
Biz Hüseyin'le Kuzey Kıbrıs'ta bu diyalogu yaşarken, takvimler 1997'yi gösteriyordu ve yıllar sonra okuyunca öğrendim ki, aynı tarihlerde benzer bir diyalog, Kaliforniya Üniversitesi coğrafya ve fizyoloji profesörü Jared Diamond'un 1997'de yazdığı "Tüfek, Mikrop ve Çelik" adlı kitabın yazılış gayesi ile benzeşiyordu.
Kitabın yazarı Diamond, Papua Yeni Gine'de sahilde oturmuş denizi seyrederken, yerel politikacı Yali ile tanışmış, onun bir tek sorusu karşısında suskunluğa bürünmüş ve Pulitzer ödülü kazanan bu kitabı yazmaya karar vermişti.
Yeni Gine'li Yali'nin sorusu şuydu: "Allah tarafından aynı gün yaratılan Yeni Gine halkıyla, o topraklarda 200 yıl boyunca hükmeden Avrupalıların güç ve teknoloji alanlarındaki gözle görülür farklılıklarının sebebi neydi? Üstelik Yeni Gineliler ile Avrupalılar arasında genetik olarak hiçbir üstünlük olmamasına rağmen, neden Avrupalı her şeye sahipti de, Yeni Gine bu kadar fakirdi..."
Peki tüm bunların Alanya'nın tanıtım ve turizm anlayışı ile ne ilgisi vardı?