Ağrı’da yatılı bölge ilköğretim okullarından birinde, yaklaşık beş yüz öğrenciye sunum yapıyorum. Konumuz Çatalhöyük. Hem eski çağları anlatıyorum onlara, hem de kazılarda bulunan arkeolojik buluntuları, duvar resimlerini vb. gösteriyorum. Salonda çıt yok. Tüm çocuklar ilgiyle izliyorlar.
Sonra buluşlara geçiyorum. Elimde keskin bir çakmaktaşı. “Bugünkü uygarlığımızın kaynağı, bir gün insanların obsidiyeni ve çakmaktaşını alet olarak kullanmasıyla başladı,” diyerek buluşların önemini anlatıyorum. Onlardan, gelecek yaşamlarında meslekleri ne olursa olsun, buluşlara kafa yormalarını söylüyorum.
Küçük bir öykücük anlatıyorum yaptığım sunumların birine ait. Bir öğrenci futbolcu olacağını, nasıl buluş yapabileceğini sormuştu. “Sen de kramponları yaylı futbol ayakkabısını geliştirirsin, onu giyen futbolcular bir sıçrayışta beş metre öteye fırlar, karşı kaleye golleri yağdırır. Ayrıca, futbol hep yuvarlak topla oynanacak değil ya. Köşeli bir top yap, köşeli futbolu başlat. İnsanlar, ‘top köşelidir’ desinler.
“Hiç düşünmemiştim bunları,” diyerek ayrılmıştı geleceğin futbolcusu.
Sunumumu benim şakacı buluşlarım olan “ışıldaklı kitap ayracı” içinde yürek bulunan cevizle bitirdim. Bayılıyorlar o ikisine de…
Sonra soru-yanıt bölümüne geçtik.
Perdede bir karikatür duruyor: Arkada bir otomobil azgın bir biçimde geliyor, Çatalhöyüklüler de, yıldırım gibi koşarak kaçıyor. Karikatürdeki Çatalhöyüklülerin giysileri, bellerine doladıkları bir post parçasından ibaret.
Belli ki oraya takmış kafasını delikanlı. Elini ilk kaldıran o oldu. Söz verdim kendisine:
“Yani şimdi siz Adem babamızla Havva anamızın dünyaya bu kılıkta indiklerini mi iddia ediyorsunuz?”
Ben bilimsel bilgi ile inancı birbirinden ayırmak gerektiğini vb. söyleyerek yanıtlayacaktım soruyu ki, ben daha ağzımı açamadan, öğretmenlerden biri atıldı:
“Hayır, takım elbise ve tuvaletle indiler.”
Bütün salon kahkahaya boğuldu. Artık bu soruya ciddi bir yanıt veremezdim. Delikanlıya sunumdan sonra gelip beni görmesini söyledim.
Çocukların çok güzel sorularıyla sunumu bitirdik. Delikanlıyı arıyorum yok.
“Gitti,” dedi öğretmenlerden biri. Yazık oldu, konuşamadık.
Ona bilgi ile inancın ne olduğunu anlatabilmeyi çok isterdim.
Bu ikisini hep karıştırıyoruz birbirine. İnancımız ne olursa olsun, bilimsel verileri, bulguları inkâr edemeyiz. İlk insandan mağara devri insanına, yeryüzündeki ilk toplu yerleşim merkezini kurmuş olan Çatalköyüklülere kadar, insanın izleri pek çok yerde var. O çağ insanlarının ürettiği taş aletleri, çanak-çömleği, küçüklü büyüklü heykelleri yok sayabilir miyiz? Sayamayız elbette. Yoksa tüm tarih bilimini yok saymamız gerekmez mi? Olabilir mi böyle bir şey?
İnanç, sözcük anlamıyla, bir kavrama gönülden bağlı olmak demektir. Ayrıca inanılan şey, bir görüş, bir öğretidir. Din bilimde, Tanrı'ya, bir dine inanma, iman ve itikattır. Yani Tanrıya gönülden bağlanma durumudur. Bu bağlılığın özünde "sevgi", “saygı” ve "korku" gibi duygular bulunmaktadır.
Okullarda, çocuklara bu ayrımın mutlaka anlatılması gerekmektedir.