Acıyı sevmek olur mu? İşte, bugünkü köşe yazımda yazacaklarımı perçinleyen güçlü duygular, bu sorunun ardında gizli…
Acıya uyum sağlamak, alışmak veya kanıksamak, sizce size ne kadar uygun dersiniz?
Hiç düşündünüz mü; canınızın çok yandığı, acıdan kıvrandığınız, nefes dahi alamayacak kadar kendinizi harap ettiğiniz, bir ‘değer’ veya bir ‘hiç’ uğruna günler, gecelerce kendinizden geçtiğiniz o günlerin size olan artılarını, katkılarını?
Kabul edelim, acıdan kaçıyoruz. Acıya dayanabilirliliğimizin ölçütünü, kaçımız çok iyi biliyor ki? Naçizane bir düşünce olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki toplumda kişiler, acı çekmeyi bilmiyor; yalnızca öğrenilmiş bilgiler ışığında acı çektiklerini düşünüyorlar.
Peki ya mutluluk, mutlu olmak, o ne derece biliniyor? Cevabını verip veremeyeceğimi bil(e)miyorum, doğrusu. Çünkü nedendir bilinmez, mutluluğu hep bir şeylere bağlı yaşıyor gibiyiz; bazen bir arkadaşa, sevgiliye, güzelliğe, eşe, bazen manevi hususları gölgeleyen maddiyata, lükse, kaliteye, çıkarlarımızı destekleyen şeylere… Bazenler çoğalıyor; dağ, deniz oluyor bazen.
Mutluluğu böylesine çoğullaştırdığımız için az ve sığ yaşıyoruz, belki de. Bir anda yaşanıyor ve hoop bitiveriyor. Oysaki can sıkıntısı özeldir, uzun solukludur, kendini ve çevreyi tanımaya yöneliktir. Bir sevsen, bir açsan kollarını ona, kendini kaptırmadan dans edebilsen hatta sıkıntıya sebep olan anıların ya da acılarınla…
“Acılarda mutluluklar gibi olgunlaştırır, insanı.” der yazar. Der, demesine de bizler yaşadığımız acıları ne kadar tanıyor, ne kadar benimsiyoruz dersiniz?
Verdiğimiz kayıpların belki de ciddi kazanımlar olarak farklı bir surette geri döndüğünü ne zaman anlıyoruz?
Acıları, negatife dair yaşadığımız her ne varsa hepsini toplumsal rol olarak nitelendirip üstüne çizgi çekmektense, hatta çeşitli bahanelerle savunma mekanizmaları ardına gizlenmektense beyinde, yürekte doyasıya yaşayabilsek, kaçmayıp her biriyle teker teker yüzleşsek; hayata karşı güçlü birer birey olarak sürdürmez miyiz, yaşamımızı?
Flört dönemi biter, arkadaşlıklar biter, evlilikler biter, çeşitli kayıplar yaşanılır, beklentiler karşılıksız kalır, kalp kırıkları-can kırıkları-hayal kırıkları ile yol, devam eder. Öyle ya da böyle tam alıştık, her şey bitti deriz, hop bir yenisi daha çıkar. Velhasıl acıdan da mutluluktan da kaçamayız.
Acıya dair yaşadığımız her ne varsa bundan kaçmak yerine onu her hücremizde doyasıya taşımalı, yaşamalı… Evet, yaşadığımız her şey ‘hayat’ denilen sonunu bilmediğimiz yolculukta birer basamak, bizler için… Bunun bilincinde olabilenlerdensek; ne mutlu!
Kendimizi tanımakla başlamalıyız, hayata. Evet, evet önceliğimiz bu içsel yolculukta ‘Ben kimim?’ sorusunun yanıtını verebilmekle başlamalı… Akabinde ‘Kendimi ne kadar tanıyorum? Peki ya duygularım, duygularımın bana kattığı artılar ve eksiler? Ne kadarıyla sıkı fıkıyım, ne kadarına aşinayım?
Tüm bunların cevabını verebiliyorsak; ne ala! Şayet yanıtsız bırakıyorsak henüz olgunlaş(a)mamışız, pişmemişiz, demektir. Pişmemiz için önümüzde uzun soluklu yıllar bizi bekliyor olabilir, bu yüzden acının bize kattıklarını en az mutluluklarımız kadar bağrımıza basabiliyorsak; bizi hiçbir şey yıldıramaz. Korkmayın, kaçmayın, belki bir değil bin kez daha yaşayacağız. Canımız yanacak, içimiz acıyacak, belki bir süre hayata küsecek kimseyi görmek istemeyeceğiz; ama unutmayın daha güçlü, çok daha güçlü bir birey olacağız.
O halde sorun şimdi kendinize: ‘Acıyı sevmek olmaz mı?’. Mutlu günler…