Abartılı taziye kültürü

OTUZ beş yıllık Alanya yaşayanıyım. Bu süre içinde, uzak yakın demeyip, tüm Alanyalı dostlarımın taziyeyle ilgili ritüellerine hiç yüksünmeden ve de hiç aksatmadan katılıp, onların acılarını paylaşmayı görev edinmişimdir. Görev...

OTUZ

beş yıllık Alanya yaşayanıyım.

Bu süre içinde, uzak yakın demeyip, tüm Alanyalı dostlarımın taziyeyle ilgili ritüellerine hiç yüksünmeden ve de hiç aksatmadan katılıp, onların acılarını paylaşmayı görev edinmişimdir.

Görev edinmişimdir, çünkü ülkemin her bir yöresinin gelenek ve göreneklerine saygım vardır.

Alanya’ya özgü bu “taziye çadırı” geleneğine de saygı duyuyorum.

Ancak son yıllarda, pek çok kişinin, bu geleneği abartılı ve samimiyetsiz bulduğunu gözlemliyorum.

Dahası bu tespit ve bu gözlem, sadece benim tespitim, benim gözlemim de değil; aynı zamanda yedi göbekten Alanyalıların da tespiti ve gözlemi.

Açık ve net söylüyorum, şu ana kadar Alanya’ya özgü bu cenaze ritüelini eleştirmeyen tek bir Alanyalıyla karşılaşmadım.

Cenaze sahipleri, “abartılı ve samimiyetsiz buldukları” bu ritüel yüzünden; “acılarını yeterince yaşamadıklarını”; dahası “acılarının suiistimal edildiğini” dillendiriyorlar, ikili ya da çoklu konuşmalarında.

Haklılar mı?

Haklılar…

Kabul etmeliyiz ki bu sistem; günümüz koşullarına göre gerçekten abartılı.

Ve de samimiyetsiz.

Abartılı;

çünkü bir hafta süren (ki, bundan beş yıl öncesine kadar bu süre daha da uzundu) bu taziye kabulleri yüzünden acılar yeterince yaşanamıyor. Bu çadırlara çakılı kalındığı için rutin işler yapılamayıp, aksatılıyor.

Samimiyetsiz,

çünkü bu çadıra gelenlerin büyük bölümü, o acıyı duyarak, içinden gelerek paylaşmıyor.

Dikkat edin, taziye için gelenlerin büyük bölümü, oraya neden ve niçin geldiğini unutup, yanındaki kişilerle muhabbete başlıyor. Hatta kendini kaybedip, gülenler, kahkaha atanlar oluyor.

Yapılan yiyecek ikramlarını, bir ziyafet sofrasındaymış gibi kabul ediyor, güle oynaya yiyor; sonra ayağa kalkıyor, cenaze sahiplerine dönüyor, sağ elini kalbine götürüp, yarı anlaşılır yarı anlaşılmaz bir sesle “Allah cennette kavuştursun” diyor, çıkıp gidiyor…

* * *

Çocukluk yıllarımı anımsarım.

O yıllarda değil ailemizden birinin vefatı, sokağımızdan bir komşunun vefatında bile günlerce radyo açılmaz, yüksek sesle kahkaha atılmaz, yüksek sesle konuşulmazdı.

!!??...

Radyo açılsa ya da yüksek sesle kahkaha atılsa; cenaze sahibi komşunun o sesi duyması mümkün müydü?

Elbette değildi.

Ama o zamanlar yapılan tüm ritüeller samimi ve içtendi.

Sevinçler ve acılar duyarak, hissederek, yaşayarak paylaşılırdı.

Ya şimdi?

Şimdi öyle mi?

Çok şey şekilsel.

Çok şey yapmacık.

* * *

Geçtiğimiz hafta içinde; (Alanya’ya yerleşik) gençlik yıllarımdan ve Afyon Lisesi’nden arkadaşım olan bir dostum Hak’kın rahmetine kavuştu.

Amansız bir hastalığa yakalanmıştı ama başta ailesi olmak üzere kendisini çok seven biz dostları ölümü yakıştıramıyorduk ona.

Sonuçta Azrail galip geldi, aldı elimizden onu.

Biz yakınları defin hazırlıkları yaparken; ailenin çocukları da taziye çadırı kurma girişimine başlamıştı ki rahmetlinin eşi şiddetle karşı çıktı.

“Gerek yok”

dedi; “Defin sonrası, cenaze sahipleri olarak, bizler mezarlık kapısında durur, taziyeleri kabul ederiz. Buna rağmen gelmek isteyen olursa, buyursun evimize gelsin. Ben acımı yaşamak, acımla baş başa kalmayı istiyorum…”

Karşı duramadık, dediğini yaptık.

Definden ve rutin ayinlerden sonra çocuklarını alıp mezarlığın kapısında durdu, taziyeleri kabul etti.

Evine çekildi.

Acısını, sade ve mütevazı bir biçimde evinde yaşıyor, her şeye rağmen taziye için gelen ziyaretçileri de abartısız bir biçimde evinde kabul ediyor.

Günümüz koşullarında doğru olan da bu galiba.